Ne Kadar Gerçeksiniz

Keystone

Huysuz ve tatlı adam..
Gümüş Üye
Katılım
24 Eyl 2020
Mesajlar
2,218
Tepki puanı
533
Puanları
113
Yaş
29
Konum
İstanbul
Cinsiyet
Erkek
Sırtlandığımız toplumsal roller ve mükemmellik ideolojisi yolunda taktığımız maskelerle, asla göründüğümüz gibi değiliz. Peki biz gerçekten kimiz?

Sinemada 2010 yılında izlediğimiz “Siyah Kuğu”da Natalie Portman; teknik mükemmellik takıntısıyla benliği sarsılan, zihninde ve vücudunda ağır yaralar alan New Yorklu balerin “Nina”yı canlandırıyordu. Bir genç kızın kusursuzluğa uzanan ve aynı zamanda gerçeklikten uzaklaşan tehlikeli yolculuğu, aslında bu post-modern çağda çoğumuzun mükemmel olma yolunda yaşadığı gel-gitlere tercüman oluyor. Mükemmel ilişkinin, mükemmel anneliğin, mükemmel bir kariyerin, mükemmel vücutların peşinden koşarken aslında nasıl da farklılaştığınızın, kusursuzluk uğruna ve sırf toplum böyle emrettiği için büründüğünüz sahte kimliklerin ardında, gerçek benliğinizi giderek yitirdiğinizin farkında mısınız?

İçinde yaşadığımız çağda toplumsal kodlar her konuda mükemmelliği olumladığı, hep daha fazlasını emrettiği için bizler de o yolda yürüyor, aslında herkes gibi olabilmek, alkışlanmak ve ötekileşmemek uğruna, ünlü psikiyatri profesörü James Masterson’un “Gerçek Kendilik” kitabında da altını çizdiği gibi “sahte kendilik”lerle yaşıyoruz. Muhteşem bir ilişki yaşadığımızı söylerken aslında aşk acısıyla kıvranıyor, sağlıklı beslenmenin faydalarına övgü yağdırırken için için “fast food” hayali kuruyoruz. Her sabah ilk iş gazete ya da internette ünlülerin neler yaptığını takip ederken “Magazinden nefret ediyorum” diye söyleniyor, “Türkçe şarkı asla dinlemem” deyip Türkçe melodilerle coşuyoruz. Kısaca toplumsal hayatta hepimiz maskelerle yaşıyoruz, hiçbirimiz “gerçek ben” değiliz. Sahte kimliklerle çevreye gülücükler dağıtıyoruz.
Uzmanlar kişinin gerçek kendiliğinden çok uzak bir hayatı idame etmesiyle beraber, uzun vadede depresyona girebileceğini vurguluyor. Oysa kişinin hayatının sorumluluğunu aldığı, isteklerini gerçekleştirebildiği yani kendi olabildiği seçimler yapması, ona çok daha sağlıklı bir yolun kapılarını açıyor. Taktığımız takılar, büründüğümüz kıyafetler, yaptığımız makyaj, sürekli uğradığımız mekanlarla toplumun öngördüğü mükemmellik formatına uygun davranırken, gerçek benliğimize aykırı yüzler takınıyoruz.

“TOPLUMDAKENDİMİZGİBİ OLMAK BÜYÜKCESARETİSTİYOR!”
Kişisel ve Kurumsal İmaj ve İtibar Yönetimi Uzmanı, Gelişim Koçu Ömür İlbaş, kendilerine ayna tutmakta zorlanan bireylerin maske takmaktan başka çareleri kalmadığını vurguluyor. "Uzmanlara göre mükemmeliyetçilik, beyne zorluk çıkartan temel dürtülerden biri. Mükemmeli ararken; yolda hem kendinizi, hem de huzurunuzu kaybedebilirsiniz. Hayatın kontrolümüzden çıkmaması için atlıkarıncadan inmeyi başarmamız gerekiyor. Başarılı ve mutlu bir yaşam için gerçekçi hedefler koymak çok önemli. Olumlu tavırlarla kendimizi geliştirerek, geleceği belirleyen alışkanlıklar edinerek ve büyük resmi hatırlamayı bir yaşam biçimi haline getirerek başlayabiliriz işe. Verdiğim yüzlerce eğitim ve konferansta katılımcıların en çok zorlandıkları şeyin, kendilerine ait doğru ve gerçekçi bir model oluşturma becerisi olduğu ortaya çıkıyor. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Howard Gardner ‘Kişisel zeka’nın öneminden söz ediyor. Kendilerine ayna tutmakta zorlanan bireylerin, çoğu zaman maske takmaktan başka çaresi kalmıyor. Bugün, toplumda ‘kendimiz gibi olmak’ büyük cesaret istiyor. Önce ailenin, sonra okulun, arkadaşların, eşin, patronun istediği gibi biri olmaya çalışırken aslında kim olduğumuzu hatırlamak zorlaşabiliyor.

İnsanın kendisine ait, doğru ve gerçekçi bir model oluşturma kapasitesini geliştirmesi ve bu modeli yaşamda etkin biçimde kullanabilme yeteneğini edinmesi mümkün. Bunun için kişinin önce kendisiyle barışık olması, öncelikle kendisine ve sonra da başkalarına masal anlatmayı bırakması şart. Sonraki aşamada başarı ve mutluluğa giden yolda, kişisel hedefler belirleyerek bir yol planı çizmesi ve disiplinle, sebatla bu planı uygulamaya koyması gerekecek. Konferanslarda, eğitimlerde ya da hayatın içinde karşılaştığım insanların birçoğunun öz saygı, hırs ve kıskançlık sorunları var. Hep yan masadaki kadının kıyafeti daha şık, takısı daha güzel, eşi daha yakışıklı ve zengin. Aynı şeyi iş yerinde de yapıyorlar. Onlara kalsa hep başkaları daha şanslı ve daha torpilli. Sürekli diğerlerine özenerek yaşayanlara söyleyecek tek bir söz var: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir! İşte bu nedenle, önce kendiniz olmayı, sizi siz yapan özellikleri geliştirmeyi, rol yapmadan yaşamayı öğrenip; gerçek hayatı ıskalamayın diyorum.”

Bir an için maskenizi çıkarıp içinizdeki yaşam coşkusunu hissederek, farkında olarak, tercih ederek, kararlarınızı kendiniz alarak, herhangi bir şeyi kaygılanmadan ve motivasyon duyarak yapmaya ne dersiniz?

MASKESİZ YAŞAMAK ÇOK MU ZOR?
Toplumsal yaşamda çeşitli kazanımlar, çıkarlar ve statüler elde etmek için takıyoruz maskeleri. İşyerinde, arkadaş ve aşk ilişkilerimizde, anne rolümüzde beğenilmek ve onaylanmak adına farklı bir “yüz”le selamlıyoruz çevremizdekileri. Eski Yunanca’da maske anlamına gelen “persona”, o dönemlerde tiyatroda farklı karakterleri canlandıran oyuncuların yüzlerine taktığı maskelere işaret eder. Bizler de 21’nci yüzyılda sosyal yaşamın oluşturduğu geniş sahnede maskelerimizin ardında bir tiyatro oyunu sergilemiyor muyuz aslında? İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung’ın teorilerinde bolca yararlandığı maskeler; toplum içi kişiliğimizi yansıtırken, gerçek benliğimizle aşırı özdeşleştiği takdirde yabancılaşmadan başlayarak farklı psikolojik sonuçlara yol açabili yor. İşte gerçeklikten kopuşun başladığı bu noktada, Amerikalı psikiyatr Carl Rogers’ın da tanımladığı gibi kişide ideal benlikle gerçek benlik arasındaki farkın yarattığı uyumsuzluk baş gösteriyor. Rogers, “On Becoming a Person” (Kişi Olmaya Dair) adlı kitabında; kişinin hisleri hakkında bilinçli olursa, ne olduğunu kabul edip karşısındakinin de kendisini öyle görmesine izin verirse daha güvenli ilişki kurabileceğine, bunun zor da olsa başarılması gereken önemli bir görev sayıldığına işaret ediyor. Peki ama maskeleri atmak, sadece kendimiz için değerli olan şeyleri yaşamak bu kadar zor mu?

GÖSTERİŞÇİ TÜKETİMİN MARİFETİ!
Her türlü değişimin, dönüşümün ve yeniliğin son hızla yaşandığı, gelişen kitle iletişim araçlarının pompaladığı popüler kültürün insanları aynılaştırdığı; moda, güzellik, ilişkiler ve hayatın her alanında öngörülen mükemmellik şablonlarının kişileri gerçeklikten alıkoyduğu bir çağda, maskeleri atmak o kadar da kolay değil! Görmek ve görülmek üzerine kurulu insan egosu moda, makyaj ve estetik cerrahinin kollarında tatmin olurken, tüketimin statü ve prestij sayıldığı günümüzde kişiler bazı semboller aracılığıyla maskelerini koruyor; şartlara göre yepyeni maskeler takıp sosyal kimliklerini sağlamlaştırıyorlar. İktisatçı ve sosyolog Thorstein Veblen’in yaklaşık 100 yıl önce kavramsallaştırdığı “gösterişçi tüketim” olgusu bugün de geçerliliğini koruyarak, tüketicinin içinde bulunduğu grupta fark edilme ve göze çarpma arzusunu vurguluyor. Kısaca taşıdığımız kıyafetler, izlediğimiz moda akımları, taktığımız mücevherler, gittiğimiz restoranlar, arz-ı endam ettiğimiz davetlerle kendimizi topluma gösterirken; aslında çoğu zaman “gerçek ben”den uzak bir kimlik inşa ediyor, yine toplumun olumladığı, mükemmel olarak sunduğu maskelerin ardına gizleniyoruz. Alman sosyolog Georg Simmel de bireylerin moda etiketleriyle “sahte bireysellikler” gerçekleştirmeye çalıştıklarının altını çiziyor.

HİPERGERÇEKLİĞİN SAHTELİĞİ ÜZERİNE
Gerçeklik üzerine düşünürken, ünlü Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın “simülasyon kuramı”ndan da söz etmekte, gerçeklik ve sahtelik kavramlarını bu teori ışığında yeniden değerlendirmekte fayda var. Çünkü büyük çoğunlukla kitle iletişim araçlarının öngördüğü imgeler ışığında oluşturduğumuz kimlikler, aslında bizleri çok iyi ifade etmiyor. Baudrillard’ın teorisinden hareketle; zaten önceleri bir gerçekliğin yansıması göreviyle ortaya çıkan medya, gerçekliği çarpıtması, kişiyi olmayan şeylere inandırması ve bir süre sonra kendi gerçekliğini yaratarak gerçekliğin kendisi yani simülakrı olması haliyle sahte bir dünyada yaşatıyor bizi. Kısaca sahte bir gerçekliğin ışığında sahte kimlikler inşa ediyor, maskelerle yaşıyoruz ki, bu da çok normal.

Başka bir deyişle Baudrillard’ın kuramı paralelinde bizler sahteyiz çünkü bize sunulan her şey gerçek dışı. Öyle ki, haberleri ve “reality show”ları gerçeklermiş gibi izliyoruz. Oysa her yerde kameraların olduğu, dolayısıyla izlendiğini, göründüğünü bilip maskelerini kuşanan insanların yer aldığı bir program ne kadar gerçeği yansıtabilir? Oradakiler “sanki biz orada değilmişiz” gibi davranamaz. Kısaca gerçeğe yaklaştığımızı zannederken aslında gerçeğin simülakrıyla baş başa kalıyor ve yine Baudrillard’ın deyimiyle “hipergerçek” bir alanda var olmaya başlıyoruz. Görsel medyanın bize ulaştırdığı kurgusal gerçeklikte, gözle görmediğimiz, hissetmediğimiz, dokunmadığımız şeylerden oluşan bu simülasyon dünyasında; asla yaşanmamış olayların simülasyonlarını izleyip etkilenebiliyor, “ikonik bir bilinç”le yaşamaya başlıyor, zihnimizi, benliğimizi ve kimliğimizi irreel bir güce teslim ediyoruz.

YABANCILAŞMA VE DEPRESYON
İtalyan düşünür Gianni Vattimo’nun “Şeffaf Toplum” kitabında da dile getirdiği gibi, kitle işim araçlarının postmodern toplumu daha şeffaf değil; aksine daha karmaşık ve kaotik hale getirdiği bir ortamda, “gerçek ben”i sahiplenmek hiç de kolay değil! Kişinin tüm bu sahtelik içinde özünden uzaklaşması, özne olmaktan çıkıp sosyal çevrenin nesnesi haline gelmesi, olmak istediği kişinin aslında kendisi olmadığını algılamasıyla yabancılaşma başlıyor. Özellikle ego gücü zayıf olan kişilerde bu durum daha büyük ruhsal sorunlara yol açabiliyor. Psikiyatri Profesörü Kerem Doksat, “Gerçek benlikle idealize edilen benlik arasındaki uçurum ne kadar artarsa depresyon riski de o kadar büyür” diyor. Depresyonun en başta kişinin kendisi tarafından anlaşılmaması anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, her şeyin sahte olduğu ve kişinin bambaşka birine dönüştüğü bir ortamda böyle bir krizin baş göstermesine çok da şaşmamak gerekir.

Şöyle devam ediyor Doksat: “Bunalan, iç ve dış çatışmaları içerisinde yaşama sevincini yitiren, çaresizliğe düşen insanların (aslında bütün primatlarda var bu ama en çok biz farkındalık ve bilince sahibiz) ilk girecekleri davranışsal hal, depresyondur. Aslında bir adaptasyondur bu ama tedavi edilmezse öldürücü olan bir adaptasyon! Bu sebeple antidepresanların kullanımında patlama yaşanıyor. Gerek ülkemizde, gerekse bütün dünyada anksiyete ve depresyon yelpazesi hastalıklarında müthiş bir büyüme var. Ben de çözüm olarak genel olarak antidepresanları, psikiyatrik ilaçları; gerekirse elektrokonvülsif terapiyi ve bilimsel olarak etkinliği ispatlanmış psikoterapileri önerebilirim.”
Tüketimin artık ihtiyaçların karşılanmasından çok statü ve prestij belirlemeye yaradığı bir toplumda yaşıyoruz. Moda dünyasının envai çeşit markasının oluşturduğu maskelerle kendimizi gösterirken, alkışlanıp beğenilirken; aslında gerçek kimliğimizden kopuyor, kim olduğumuzu, neyi niçin sevdiğimizi unutuyor ve sahte bireylere dönüşüyoruz.

NEDEN DEPRESYONA SÜRÜKLENİYORUZ?
Amerikan Hastanesi’nden Psikiyatr Doç. Dr. Sibel Mercan, insanların giderek yalnızlaştığı bir toplumda depresyon riskinin arttığına dikkat çekiyor.
“Sürekli hata yapma, beğenilmeme, eleştirilme korkusu ufak yaştan itibaren ‘mış’ gibi davranmak zorunda bırakıyor bizi. Doğal olmanın prim yapmadığı bir çağda yaşıyoruz. Hayatımızda ‘in’ler ve ‘out’lar var. Yemek yenilen mekanlardan gidilen tatil yerlerine ya da oturulan semtlere ve kullanılan arabalara kadar tüm hayatımız modayla çevrilmiş durumda. Toplum içinde saygınlık bunlarla ölçülüyor. Beklentilerle beraber stres de çok fazla. Geleneklerden kopma, değer yargılarında değişme, yeni kültüre adapte olamama, aile kavramında değişme, çevresel destek kaynaklarının azalması, büyük aile kavramlarından çekirdek hatta parçalanmış aile kavramına geçiş gibi nedenlerle insanlar, giderek yalnızlaşıyor. Bütün bu etkiler sebebiyle stresle başa çıkamayan kişilerde depresyon riskinde artma görülüyor. Depresyon tanısı mutlaka uzman bir kişi tarafından konulmalı ve tedavisi gecikmemeli. Kontrolsüz ilaç kullanımı, kişiyi uygun tedavi etmeyebileceği gibi yanlış kullanım sonucu riskli olan bireylerde başka ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasına da yol açabilir. Ayrıca stresle başa çıkmak için çeşitli yöntemler geliştirme, düzenli bir yaşam, egzersiz, sağlıklı beslenme ve gün ışığından yararlanma; depresyon tedavisinde ilaç kullanımıyla beraber önerilebilir.”

YÖNETMEN USTALIĞIYLA HAYATI YÖNETEBİLMEK!
Aslında farklı kimlik ve maskeler, toplumsal hayatın ve burada oynanan rollerin en önemli sonuçlarından biri. Kabul görmek ve belli bir statü sahibi olmak için de maskeler şart. Ancak bu farklı maskeleri gerektiği zaman çıkarmayı bilmek, toplumsal sahnede benimsediğimiz farklı yüzlerin kurmaca olduğunu unutmamak, onların gerçek duygularımızın ve gerçekten sahip olduğumuz özelliklerin önüne geçmesine izin vermemek çok önemli. Kısaca “Ben neler yapmak istiyorum, ben şöyle olmalıyım”la, “Ben kimim, ben neler yapıyorum?” sorularının cevapları arasında büyük bir uçurum gözlenmemeli.

Ünlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan, bir röportajında şöyle diyor: “Hayat dediğimiz şey en yakınımızın, en yakın arkadaşımızın, karımızın bile tam olarak ne düşündüğünden emin olamadığımız bir muğlaklıkta geçiyor aslında. En gerçek, en tehlikeli, en gizli duygularımızı hep sürekli saklamak zorundayız çünkü. Gerçeği tahmin etmek zorundayız. Bence sinemada da böyle olmalı. Ben sinemamda bir çeşit muğlaklığa çok önem veriyorum. Ama tabii bu tamamen keyfi bir muğlaklık olmamalı. Yönetmenin kafasında her şeyin cevabı çok net bir şekilde olmalı mutlaka. Yoksa oyuncuyu yönetmeniz bile mümkün değil, cevabınızı bilmiyorsanız.”

Bizler de, yaşadığımız irreel dünyada Nuri Bilge Ceylan’ın söylediği gibi gerçeği tahmin etme yeteneğini kaybetmediysek; tıpkı yönetmenin kafasındaki netlik gibi muğlaklığın ardındaki gerçeği tahmin ediyorsak, yönetmenin oyuncuları ve tüm filmi yönettiği gibi biz de hayatımızı yönetebiliriz.

“İNSAN GERÇEĞİN NE OLDUĞUNU HİÇ BİLDİ Mİ Kİ?”
Tarihçi ve felsefeci Atila Özer, yeni kitabı “Fena”da tüketim ideolojisini ve modern toplumu derinden eleştiriyor. Atila Özer’le pek çok maskesi olan; sanatçı, dünyevi zevklere düşkün, moda tutkunu, kadınları ve erkekleri seven, katil Theo karakteri üzerinden kitabında anlattığı çok kimlikliliği konuştuk.
“İnsan hakları ideolojisi emsalsiz olduğumuzu söylerken tüketim ideolojisi bizi kişiliksizleştiriyor. Belli şekilde giyinerek, bazı film ya da kitapları bizi mutluluğun tüketim hazzıyla iç içe geçtiğine inandırmaya yönlenmiş bu mekanizma, dürtülerimizin uyarılmasına dayanıyor. Sonuçta biz ‘arzu eden makineler’e dönüşüyor ve kim olduğumuzu bilmiyoruz. Durum pek çok hayatı tek seferde yaşamaya benziyor.

Ayrıca kişisel kimlik, durağan bir nesne değil. Seçimlerimiz, hareketlerimiz ve kendi kendimize verdiğimiz havayla da, onu durmadan değişikliğe uğratıyoruz. Kendimize kim olduğumuzu sorduğumuz sürece hayatta kalıyoruz. Kim olduğumuzu anladığımız gün, öldüğümüz gündür aslında. Tıpkı kitap kahramanım Theo gibi, başımıza gelen her şey rüyayla gerçek arasında. Bu bulanıklık dünyamızın haliyle de ilgili. Küreselleşmeyle birlikte, gerçekten nerede olduğumuzu bilmiyoruz.
 

Ahu

Es
Uzaklaştırıldı
Katılım
15 Nis 2023
Mesajlar
429
Tepki puanı
109
Puanları
43
Konum
İzmir
Cinsiyet
Kadın
- Sen gerçek misin ? - demişti bir adam yolda giderken artık bunu okuyup cevap veririm
 

Aura

•paeonia•
Özel Üye
Katılım
12 Ocak 2021
Mesajlar
4,024
Tepki puanı
1,088
Puanları
113
Konum
~
Cinsiyet
Kadın
Çok uzun, okuyamadım.
Biri özet geçsin.
 
Üst Alt