Binbir Gece Masalları

Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
HÜKÜMDAR ŞEHRİYAR İLE KARDEŞİ HÜKÜMDAR ŞAHZAMAN'IN ÖYKÜSÜ



Eski çağlarda, ömrün ve ânın akışı içinde, Sâsânî hükümdarları içinde, Hint ve Çin adalarında hükmeden1, orduların ve kavimlerin, hizmetinde olanlarla kalabalık maiyetinin efendisiolan bir hükümdar, bu hükümdarın da iki oğlu varmış: biri büyük, biri küçük. İkisi de yiğit savaşçılarmış; fakat büyük, küçükten daha yiğitmiş. Bu oğul, ülkelere hükmeder ve adalet sağlayarak insanları yönetirmiş. Bundan dolayı ülkelerinin halkları onu çok severmiş. Bu hükümdarın adı Şehriyar imiş. Küçük kardeşi ise Şahzaman^ adını taşıyor ve Semerkant-ül Acem'de hüküm sürüyormuş.
İkisi de kendi ülkelerinde yaşıyor ve yirmi yıldır halklarım yonetiyorlarmış.Bu sürenin sonunda her biri servet ve saltanatlarının doruğuna yükselmişler.Durumları böyleyken büyük kardeş, küçüğünü görmek için şiddetli bir özlemin pençesine düşmüş; ve vezirine gidip kardeşiyle birlikte geri dönmesini emretmiş; vezir, "Duyduk ve itaat ettik!" yanıtını vermiş.Sonra da yola koyulmuş; Tanrı'nın izniyle güvenlikle küçük kardeşin ülkesine ulaşıp huzuruna çıkmış; ona, "barış içinde yaşam"; diledikten sonra Şah Şehriyar'ın kendisini özlediğini ve gezisinin amacının onu ağabeyini görmeye davet etmek olduğunu bildirmiş..
Şahzaman onu, "Duyduk ve itaat ettik!" diye yanıtlamış. Sonra gezi hazırlıklarına başlayarak çadırlarım, develerini, katırlarını, hizmetçi ve yardımcılarını toparlamış. Sonra da kendi vezirini çağırrak yönetimi ona bırakmış ve ağabeyinin ülkesine ulaşmak üzere yola çıkmış.
Ancak, dinlenmek üzere konakladıkları yerde, geceyarısına doğru, sarayda bir şey unuttuğunu anımsamış ve dönüp sarayına girmiş. Eşini yataklarında, kölelerinden bir zencinin boynuna sarılmış uyurken bulmuş. Bunu görünce, gözünde dünya kararmış; içinden "Böyle bir olay kentten ayrılır ayrılmaz ortaya çıkıyorsa, bu alçak kadın, ben kardeşimin yanında, bir süre uzakta bulunduğum sırada acaba neler yapmaz?" demiş ve kılıcını çekerek ikisini de yatağın örtüsü üzerinde öldürmüş; ve hemen o anda, o saatte geri dönmüş ve konak yerinden hareket emri vermiş. Gece gündüz kardeşinin kentine ulaşıncaya kadar yol almış.
Ağabeyi, kardeşi için süslettiği kentte gelişinden sevinç duyarak onu bağrına basıp selamlamış; ve coşkuyla konuşmaya koyulmuşlar.Ancak eşiyle geçirdiği serüveni anımsayarak Şahzaman'in yüzünü bir keder bulutu kaplamış; yüzü sararmış, bedeninde bitkinlik duymuş, yemeden içmeden kesilmiş.
Şah Şehriyar, onu bu durumda görünce, içinden, bunu Şahzaman'ın ülkesinden ve saltanatından ayrılmasına vermiş; ve bu konuda ona hiçbir şey sormadan kardeşini kendi haline bırakmış. Ama,sonraki günlerde, ona: "Kardeşim, nedenim bilmiyorum ama, vücudunu bitkin ve yüzünü sararmış görüyorum" demiş.
Kardeşi, "Kardeşim,içimde işleyen bir yara var" diye yanıt vermiş; ancak başına geleni ve karısına ne yaptığım açıklamamış. Şah Şehriyar, ona, "Benimle sürek avına çıkmanı çok istiyorum. Böylece için ferahlar!" demiş.Fakat Şahzaman, bunu hiç kabule yanaşmamış; ve Şah Şehriyar yalnız başına ava gitmiş.

Padişahın sarayında bahçeye bakan pencereler varmış; Şahzaman bakınmak için bunlardan birinin önünde eğilmiş otururken, Sarayın bahçe kapısı açılmış; buradan yirmi kadın, yirmi erkek köle çıkmış; kardeşinin eşi Sultan da tüm göz kamaştırıcı güzelliğiyle bunlann arasında vuruyormuş. Bunlar bahçenin ortasındaki havuza yaklaşınca, tamamen soyunup birbirlerine katılmışlar; birdenbire Şah'in eşi, "Ey Mesut, ya Mesut!" diye haykırmış; ve hemen iri kıyım bir zenci yaklaşıp onu kucaklamış ve yere yatırıp üstüne çullanmış.Bunu bir işaret bilerek tüm öteki erkek köleler, dişi kölelere aynı şeyi yapmışlar; ve böylece uzun süre birlikte kalmışlar; gün batıncaya kadar öpüşmelerini, sarmaşmalanm ve çiftleşmelerim ve de benzeri davranışlarını sürdürmüşler,Bunu görünce Şah'ırı kardeşi, kendi kendine, "Allah için! Benim başıma gelen felaket bunun yanında hiç kalır; gerçekten de bu gördüklerim çok daha beter" demiş ve derdim, kederini unutmuş; o andan başlayarak durup dinlenmeden yiyip içmeye başlamış. O sırada ağabeyi Şah, avdan dönmüş; birbirlerine esenlik dilemişler.Sonra Şah Şehriyar, kardeşi Şahzaman'ın benzine kan geldiğini ve yüzünün canlandığını görmüş; bir de uzun püre bir şey yememişken,birden tüm iştahıyla yemek yediğini fark etmiş. Buna şaşarak, "Kardeşim, görüyorum ki yüzünün solgunluğu geçmiş! Nasıl oldu bu, anlat bana!" demiş. Kardeşi onu, "Sana ilk rahatsızlığımın nedenini anlatacağım; ama sağlığımı yeniden kazanmanın nedenini anlatmamı benden isteme!" diye yanıtlamış. Şah ona, "Öyleyse ilkinbana solup sararmanın ve düşkünlüğünün nedenini söyle de bir anlayayım!" demiş.Şahzaman, "Yanına gelmem için vezirini bana gönde rince, yola çıkma hazırlıkları yaptım ve kentten dışarı çıktım. Sonra yolda sana getireceğim ve sarayda sunacağım bir hediyeyi unuttuğumu anlayınca geri döndüm ve karımı, yatağımın örtüsü üstünde bir zenciyle yatmış uyurken buldum. İkisini de öldürdüm; sonra da sana ulaşmak için yola koyuldum; bu serüveni düşünerek kahrolup durdum; yüzümün sararmasının ve düşkünlüğümün nedeni buydu. Yeniden sağlığıma kavuşmanın nedenini açıklamamı benden isteme!" diye yanıt vermiş. Ağabeyi bu sözleri işitince, ona, "Allah aşkına, bana sağlığına kavuşmanın nedenini de açıkla!" demiş. Bunun üzerine Şahzaman gördüğü her şeyi ona anlatmış; Şehriyar, "Bunları kendi gözümle görmem gerekir!" deyince; kardeşi, ona "Öyleyse yeniden ava çıkacakmış gibi hazırlan; sonra benimle birlikte sarayda gizlen; her şeyi görecek ve gerçeği anlayacaksın!" demiş.
Şah, hemen, tellallarla, ava çıkacağını ilan ettirmiş ve askerlerini çadırlarıyla kentin dışına yollamış, kendisi de yola koyulup çadıra yerleşmiş; genç kölelerine,"Yanıma kimseyi sokmayın!" buyruğunu vermiş; sonra kılık değiştirip gizlice saraya dönmüş; kardeşinin yanına ulaşmış; ve onunla birlikte bahçeye bakan bir pencerenin kenarına oturmuş. Aradan bir saat geçmiş geçmemiş; hanımları ortalarında, kadın köleler ve de erkek köleler bahçeye girmişler ve Şahzaman'in anlattığı gibi davranmışlar ve asrı zamamna kadar eğlenceyi sürdürmüşler. Şah Şehriyar, bu durumu görünce, aklı başından gitmiş ve kardeşi Şahzaman'a, 'Kalkıp yola çıkalım ve Allah'ın çizdiği yolda bahtımızı arayalım!" demiş; "Çünkü haysiyetsiz saltanat olmaz; bizimkinden beter bir durumla karşılaşmadıkça da olmayacaktır. Yoksa, doğrusu yaşamaktansa ölmek yeğdir!" demiş. Buna kardeşi de olumlu yanıt vermiş. Sonra birlikte sarayın gizli bir kapısından çıkıp gitmişler; ve bir deniz kıyısındaki çayırda tek başına duran bir ağaca ulaşıncaya kadar gece gündüz demeden yol almışlar. Bu çayırda, bir tatlı su kaynağı varmış; bu sudan içmişler ve dinlenmek üzere oturmuşlar. Günün bir saati geçmiş geçmemiş ki, deniz kaynamaya başlamış ve birdenbire, siyah bir duman sütunu oradan göğe doğru yükselmiş; ve bulundukları çayıra doğru yönelmiş. Bunu görünce korkmuşlar ve ağacın en yukarısına tırmanmışlar; ve de bundan ne çıkacağını izlemeye başlamışlar. Birdenbire kara duman, uzun boylu, geniş omuzlu, iri göğüslü, başında sandık taşıyan bir ecinniye dönüşmüş.
Ecinni karaya çıkmış ve tünedikleri ağacın altına gelip durmuş; sandığın kapağını açmış; oradan büyük bir kutu çıkarmış;onun da kapağım açmış; birden bire oradan güneş gibi parlayan, güzelliği göz kamaştıran ve arzu uyandıran bir genç kız çıkmış. Elinde meşale gölgelerden çıkagelince karanlıklar aydınlığa dönüşmüş; saçtığı ışık şafağı söndürmüş adeta; güneşler onun ışığını yansıtmış; ay gözlerinin gülüşünü... Sırlarının tülleri yırtılınca; yaratıklar baygın, ayaklarına serilmişler. Tatlı bakışının yoğun ışığı karşısında tutkulu gözyaşları kirpikleri ıslatmış. Ecinni, güzel genç kıza iyice bakıp ona, "Ey ipeksi şeylerin sultam! Ey düğün gecesinde yatağından kaçırdığım! Bir parça dizinde uyumak isterim senin!" demiş. Ve ecinni, başım genç kızın dizlerine yaslayarak uykuya dalmış.
O anda genç kız, bakışım ağacın tepesine çevirmiş. Ve ağaca gizlenmiş iki hükümdarı görmüş. Hemen ecinninin başını dizlerinden kaldırarak yere bırakmış; ağacın altında yer alarak işaretle onlara,"İnin aşağı, bu ifritten korkmayın!" demek istemiş; onlar da işaretle yanıt vermişler: "Ah! Allah seni korusun! Bu korkulu işten bizi bağışla!" diye. Kız da yine işaretle, "Allah sizi de korusun! Hemen aşağı inin, yoksa ifrite söylerim, ikinizi de en kötü ölümle telef eder" demiş.
Bunu anlayınca korkmuşlar ve ağaçtan inmişler. Kız onları karşılamak için ayağa kalkmış ve onlara, "Gelin, mızraklarınızla, sert ve zorlu biçimde beni delin! Yoksa ifriti uyandırırım!" demiş. Korku içinde Şehriyar, Şahzaman'a, "Kardeşim, onun istediğini ilkin sen yap!" demiş. Kardeşi de ona, "Ağabeyim olarak sen örnek olmadıkça hiçbir şey yapmam!" demiş. Böylece ikisi de birbirini göz kırparak kandırmaya çalışmış. Bunu görünce kız, "Niye öyle gözlerinizi kırpıştırıp duruyorsunuz? Hemen gelip istediğimi yapmazsanız, ifriti şimdi uyandırırım!" demiş. Cebinden küçük bir torba, bunun içinden de beş yüz yetmiş mühür yüzük dikili bir gerdanlık çıkararak onlara, "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş; "Bilmiyoruz!" yanıtını alınca, "Bu yüzüklerin sahiplerinin hepsi, bu ifritin gafil boynuzlan üzerinde benimle çiftleşti. Bundan dolayı siz iki kardeş de bana yüzüklerinizi vereceksiniz" demiş. Bunu duyunca iki kardeş parmaklarından çıkararak yüzüklerini ona vermişler. Kız bunun üzerine onlara: "Bilin ki, bu ifrit beni düğün gecemde kaçırdı. Beni bir kutuya koydu; kutuyu da bir sandığa yerleştirdi. Sandığa yedi kat zincir vurdu ve dalgaların çarpışıp vuruştuğu kudurgan bir denizin dibine koydu. Ama, biz kadınların bir şeyi isteyince, hiçbir şeyin bizi engelleyemeyeceğini bilmiyordu. Zaten şair ne demiş dostum, kadınlara inanma! Vaatlerine gül geç! Çünkü onların iyi ya da kötü halleri ferçlerinin heveslerine bağlıdır. Güya aşktan sözederler; oysa hainlik onları sarıp giysilerinin titreşiminde şekillenir.Yusuf un dediklerini saygıyla anımsa; Âdem'i cennetten kovdurmak için iblisin kadını kullandığını unutma! Kınamalarından da vazgeç dostum! Bir işe yaramaz! Çünkü yarın kınadıklarının nezdin de temiz sevginin yerini çılgınlık alacaktır. Hele hiç şöyle deme: Aşka düşersem, âşıkların çılgınlığına kapılmayacağım! Sakın bunu söyleme! Çünkü gerçekte kadınların ayartısından yakasını sıyırmış bir erkek, olmayacak şeydir.Bu sözleri duyan iki kardeş, şaşkınlığın son kertesinde şaşırmışlar;ve birbirlerine, "Bu bir ifrit olduğu halde, bütün gücüne karşın, bizim başımıza gelenlerden daha müthiş şeyler onun başına gelmiş; bu serüven bize bir teselli olmalıdır" demişler.O anda genç kızın yanından ayrılmışlar; her biri kendi ülkesine dönmüş. Şah Şehriyar sarayına dönünce, karısının başını ensesinden vurdurmuş; ve aynı biçimde kadın köleler ile erkek kölelerin de başlarını vurdurmuş. Sonra vezirine, her gece kendisine bakire bir genç kız getirmesi emrini vermiş; ve her gece bir genç kızı koynuna alıp bekâretini gidermiş; sabah olunca da öldürtmüş; ve üç yıl boyunca böyle davranmaktan vazgeçmemiş. Bu yüzden halk, acı haykırışlar ve korku kargaşası içinde, kız çocuk olarak ellerinde ne kalmışsa alıp ülkeyi terk etmişler. Kentte hükümdarın saldırısına boyun eğecek tek bir kız bile kalmamış.
Tam bu sırada, şah, vezirine her zamanki gibi, bir genç kız bulmasını emretmiş; vezir çıkıp aramış; fakat hiçbir kız bulamamış; tüm üzgünlüğü, tüm kırgınlığıyla eve dönmüş; şah yüzünden yüreği korkuyla doluymuş. Bu vezirin, güzellik, çekicilik, parlaklık ve mükemmellikten yana nasibini almış iki kızı varmış; büyüğünün adı Şehrazat, küçüğününkinin Dünyazat imiş.
1 Şehrazat: Kentin kızı anlamında (M.),
2 Dünyazat: Dünyanın kızı anlamında (M.).
Şehrazat kitaplar, yıllıklar; eski hükümdarların efsanelerini ve geçmiş halkların öykülerini okumuş; hatta eski çağlardaki halkların, hükümdarların ve şairlerin yaşam ve yapıtlarından oluşan bin ciltlik bir kitaplığı da varmış. Çok güzel konuşur , dinlemesine doyum olmazmış, Şehrazat, babasını üzgün görerek, sormuş: "Neden böylesine düşünceli ve üzgün; değişmiş, yıkılmış görüyorum seni?" diyerek; "Bil ki babacığım Üzgünsün grüyorum, rahatlasana Hiçbir şey sürüp gitmez: Neşeler gibi dertler de erir biter günü gelince!" demiş Vezir bu sözleri işitince, hükümdarla olup biten her şeyi başından sonuna kadar kızına anlatmış. Bunun üzerine Şehrazat, ona "Allah'ın izniyle babacığım, beni bu hükümdarla evlendir! Ya kurtulur yaşarım; ya da ölümüm ümmet-i müsliminin kızları için bir kurtarmalık oluşturur; onları şahın pençesinden almış olurum!" demiş.
Bunu duyan vezir, "Allah seni esirgesin! Seni asla böylesi bir tehlikeye atmam!" demiş; kız ise "Bu tehlikeyi göze almak gerek!" yanıtını vermiş.Vezir de, "Dikkat et de, senin de başına çiftlik sahibi ile öküz ve eşek Öyküsündeki olanlar gelmesin! Hele bîr dinle!" demiş.


EŞEK, ÖKÜZ VE ÇİFTÇİNİN ÖYKÜSÜ

Bil ki kızım, bir zamanlar büyük zenginlikleri ve sürü hayvanları olan bir tacir varmış. Bu tacir evliymiş, çocuk sahibiymiş. YüceTanrı ona kuşların ve hayvanların dilinden anlama yeteneği de vermiş.Bu tacirin ev yeri, nehir kıyısında verimli bir toprakmış ve çiftliğinde bir eşek ile bir öküz varmış.
Bir gün Öküz, eşeğin bulunduğu ahıra gelmiş; burasını süpürülmüş,sulanmış bulmuş: yemlikte iyice harman edilmiş arpa ve elekten geçirilmiş saman varmış; eşek de yan gelip yatmaktaymış. Çünkü, çiftçi arada bir, gerektikçe küçük bîr gezinti için onu kullanır; bundan sonra eşek hemen ahıra dönüp rahatına bakarmış. İşte o gün, çiftçi, öküzün eşeğe, "Keyfince yemini yemeye bakî Sağlık olsun,yarasın ve de hazmın kolay olsun! Bense, sen dinlenirken, yorgunluktan ölüyorum. Sen harmanlanmış arpa yiyorsun, önüne getiriyorlar; ve bazen efendi üzerine binse de, çabucak seni geri getiriyor. Bana gelince, sadece çift sürmeye ve dolap çevirmeye yarıyorum!" dediğini duymuş. Eşek de ona diyormuş ki, "Seni tarlaya çıkarıp boyunduruğu boynuna takarlarken, kendini yere at. hiç ayağa kalkma! Alıp ahıra götürdüklerinde, yemek için verdikleri baklaya, sanki hastaymışsın gibi, dokunma! Bir, iki, hatta üç gün yiyip içmekten kendini alıkoy! Böylece yorgunluktan ve de çalışmaktan kurtulursun!"Oysa sahipleri, oracıkta, onların konuşmalarını dinliyormuş.Ahırdan sorumlu yanaşma gelip de yem vermek için öküze yaklaşınca, onun çok az yediğini görmüş; ve de ertesi sabah çifte koşmak
isteyince, onu keyifsiz bulmuş. Bunun üzerine çiftçi yanaşmaya, "Eşeği al ve bütün gün öküz yerine onu çifte koş!" demiş. Yanaşmada öküz yerine eşeği işe koşup bütün gün çalıştırmış.Günün sonunda eşek ahıra dönünce, öküz ona, yaptığı iyilik ve bütün gün sayesinde dinlendiği için teşekkür etmiş. Eşek hiç yanıt vermemiş ve yaptığından büyük pişmanlık duymuş.Ertesi gün saban-sürücü gelmiş ve eşeği götürüp gün batıncaya kadar yeniden çalıştırmış. Eşek, boynu soyulmuş, yorgunluktan bitkin bir halde gelmiş. Öküz, onu bu durumda görünce, coşkuylaona şükranlarını sunmaya ve övgüyle onurlandırmaya başlamış.Eşek, o zaman, ona demiş ki: "Bundan önceki günler ne rahattım, rahatlıktan nasibimi alıp duruyordum." Sonra da eklemiş: "Bununla birlikte, sana iyi bir nasihatte bulunmakta yarar görmekteyim.Efendimizi yanaşmalara şöyle derken duydum: 'Öküz yarın da yerinden kalkmazsa, onu kasaba verin! Kesin, derisinden masaya örtü yapın!' Senin adına korktum, sağlığından endişe ettim."Öküz, eşeğin bu sözlerini işitince, ona teşekkür etmiş ve demiş ki, "Yarın onlarla gider, canla başla çalışırım"; ve hemen yeminin tümünü yemiş, hatta yem kabının dibini diliyle yalamış.Bütün bunlar olup bitmiş ve sahipleri de bu sözleri duymuş,Ertesi gün, gün doğunca tacir, eşiyle birlikte öküz ve ineklerin bulunduğu ahıra gitmiş; oturup izlemişler. Biraz sonra yanaşma gelip öküzü dışarı çıkarmış. Öküz efendisini görünce kuyruğunu sallamaya, gürültüyle yellenmeye ve her yöne çılgınca koşmaya başlamış bunu gören çiftçi öylesine bir gülme nöbetine tutulmuş ki, sırtüstü düşmüş. Karısı sormuş "Ne gülüyorsun, sen?" diyerek...
O da, "Görüp işittiğim bir şeyden ötürü. Bunu ölümü göze almadan sana açıklayamam!"demiş. Kadın, "Bunu bana kesinlikle açıklaman gerek!Gülüşünün nedeni nedir? Ölsen bile söylemelisin!" diyence, kocası, "Ölümden korktuğum için bunu sana açıklayamam!" demiş. Kadınsa,"Öyleyse sen bana gülüyorsun" diye tutturmuş; ve de onunla çekişmekten ve inatla sözünü sürdürerek canını sıkmaktan vazgeçmemiş.
Sonunda adam büyük bir şaşkınlığa düşmüş. Çocuklarını yanına çağırtmış; kadıya ve tanıdıklara da haber salmış. Karısına sırrını açıp ölmeden önce, vasiyetnamesini hazırlatmak istemiş; çünkü karısını, amcasının kızı ve çocuklarının anası olduğundan büyük bir aşkla severmiş; bir de onunla yirmi yıldır birlikte yaşamış imiş. Dahası, karısının yakınlarını, mahalledeki komşuları da çağırtmış; onlaratüm öyküyü ve sırrım açıklar açıklamaz öleceğini söylemiş.Orada bulunan herkes kadına, "Allah aşkına! Israrından vazgeç, yoksa kocan, çocuklarının babası ölecek!" demiş. Ama kadın onlara, "Bana sırrını açıklamadan yakasını bırakmam, ölürse ölsün!" demiş. Bunun üzerine konuşmaktan vazgeçmişler. Çiftçi de yanlarından ayrılmış, ahırdan yana yönelmiş; bahçede ilkin abdest alıp sonra dönerek iki rekât namaz kılıp sırrını söyleyecek ve ölecekmiş.
Çiftçinin elli tavuğu doyuracak güçte yiğit bir horozu ve bir köpeği varmış. Çiftçi, köpeğin, tavuklara çullanan horoza seslenip onu azarlayarak, "Efendimiz ölüme giderken böylesine keyiflenmekten utanmıyor musun?" dediğini duymuş. Bunun üzerine horoz köpeğe sormuş: "Nasıl oluyor bu?" diye... O zaman köpek, öyküyü tekrarlamış; horoz da ona, "Allah, Allah! Efendimizde hiç akıl yok mu? Benim elli karım var. Birini hoş tutar, öbürünü azarlar, idare eder giderim; onun bir tek karısı var, onu bile nasıl yöneteceğim bilmiyor. Oysa çözüm çok basit: Dut ağacından birkaç dal kessin, birden yatak odasına dalsın ve ölünceye ya da pişman olup Özür dileyinceye kadar karısını dövsün! Bundan sonra hiç can sıkacak sorular sormaz!" demiş.Çiftçi, köpekle konuşan horozun söylediklerini işitince kafasında şimşek çakmış ve karısını dövmeye karar vermiş. Vezir burada öyküsünü kesip kızı Şehrazat'a, "Ben de sana çiftçinin karısına yaptığını yapsam yeridir!" demiş. Kızı, "Ne yapmış?" diye sorunca, vezir sözünü şöyle sürdürmüş:Çiftçi karısının yatak odasına girmiş; kestiği birkaç dut dalını orada bir yerlere sakladıktan sonra, ona seslenerek, "Sırrımı söyleyebilmem için yatak odasına gel! Hiç kimse beni görmesin! Sonra
da öleyim!" demiş. Karısı onunla odaya girmiş; çiftçi ikisine özgü odanın kapısını kapayıp karısına, gittikçe şiddetini artırarak bayıltıncaya kadar sopa çekmiş; sonunda kadın, "Pişman oldum! Pişman oldum!" demiş. Sonra da kocasının iki elini, iki ayağını öpmeye başlamış ve gerçekten pişman olmuş; ve de onunla birlikte dışarı çıkmış.İki tarafın yakınları da dahil, tüm orada bulunanlar, aralannın düzeldiğini görerek sevinmişler; ve herkes ölünceye kadar mutlu ve bahtlanndan memnun yaşamışlar.Babasının anlattıklarını dinledikten sonra Şehrazat demiş ki:
"Babacığım, her şeye karşın, dilediğimi yerine getirmeni istiyorum!"O zaman vezir, daha fazla ısrar etmeden, kızı Şehrazat'ın çeyizini hazırlamış, sonra meseleyi Şah Şehriyar'a açmaya gitmiş.Bu sırada, Şehrazat, küçük kardeşine yapacaklarını öğretip ona "Şahın yamnda olduğum sırada, seni çağırtacağım; geldiğin ve şahın benimle işinin bittiğini anladığın zaman, bana: 'Ablacığım, bana o harika öykülerinden birini anlat da geceyi hoşça geçirelim!' de!
Bunun üzerine, sana anlatmaya başlayacağım öyküler, eğer Allah isterse, müslimin kızlarının kurtuluşunun nedeni olacaktır" demiş. Bunu izleyerek vezir kızını almaya gelmiş ve onunla birlikte şahın huzuruna çıkmış. Şah memnun olmuş ve vezire, "Gereken her şey hazır mı?" diye sormuş. Vezir saygıyla, "Evet" demiş. Fakat, şah, genç kıza sahip olmak isteyince kız ağlamaya başlamış. Şah ona, "Neyin var?" diye sorunca; kız da "Şahım! Bir kızkardeşim var. Ona veda etmek isterdim" demiş. Şahın arattığı kızkardeşi gelince, Şehrazat'ın boynuna sarılmış; ve yatağın ayak ucuna sokulup kalmış,O zaman Şah, ayağa kalkmış ve bakire Şehrazat'a sahip olarak kızlığım gidermiş.Sonra konuşmalar başlamış.
Dünyazat Şehrazat'a demiş ki: "Tanrı seninle olsun! Ablacığım, geceyi hoşça geçirmemiz için bize bir masal anlatsana!" Şehrazat, "Bütün kalbimle ve yerine getirilmesini görev bilerek! Ancak yüce ve soylu şahımız izin verirlerse" diye yanıt vermiş. Şah bu sözleriduyunca, zaten uykusu da kaçtığından, Şehrazat'ın masalını dinlemekten tedirginlik duymamış.ve Şehrazat, bu ilk gecede, aşağıdaki masalı anlatmış:
İşte



Binbir Gece Masalları Burada Başlıyor
 
Son düzenleme:
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
TACIR ILE IFRITIN ÖYKÜSÜ



Şehrazat söze başlayarak şunları anlatmış:

Ey bahtı güzel şahım, vaktiyle tacirler içinde, pek çok serveti ve tüm ülkelerde ticari ilişkileri olan bir tacir varmış.

Bir gün, atına atlayıp işinin gerektirdiği bir yere gitmek üzere yola çıkmış. Sıcak pek fazla olduğundan, bir ağacın altında oturmuş; elini azık torbasına sokarak oradan birkaç lokmalık yemek ve hurma çıkarmış; hurmaları yiyip bitirince çekirdeklerini ileriye fırlatmış;ama birdenbire önünde uzun boylu bir ifrit belirmiş ve kılıcını sıyırarak tacire yaklaşmış ve haykırmış; "Ayağa kalk, çocuğumu öldürdüğün gibi ben de seni öldüreceğim!" demiş. Tacir, ona "Ben senin çocuğunu nasıl öldürebilirim?" diye sorunca* ifrit, "Hurmaları yiyinceçekirdeklerini fırlattın. Çekirdekler oğlumun göğsüne çarptı; onu yaraladı ve hemen oracıkta öldü" demiş. Bunun üzerine tacir ifrite, "Bil ki ey yüce ifrit! Ben inanç sahibi bîr insanım, yalan nedir bilmem ve de çok zenginimdir; çocuklarım ve bîr de eşim var. Sonra, evimde bana emanet edilmiş mallar bulunuyor. Bana izin ver, evime gidip bende hakkı olanların hesaplarını göreyim; bunları tamamlayınca yıl sonunda sana geri dönerim. İşte sana işim bitince geri döneceğimi vaat ve yemin ediyorum. O zaman bana istediğini yapabilirsin.

Allah bu söylediklerimin tanığıdır" demiş. Ecinni ona güvenmiş ve tacirin ayrılmasına izin vermiş.

Tacir ülkesine geri dönmüş; tüm bağlantılarından kurtulmuş, herkese hak ettiğini vermiş, sonra da karısına ve çocuklarına başına gelenleri anlatmış; ana-babası, karısı ve çocukları hepsi birden ağlamaya başlamışlar. Sonra da tacir vasiyetnamesini hazırlamış; o yılın sonuna kadar yakınlarıyla birlikte yaşamış; bu sürenin sonunda yola çıkmaya karar vermiş; kefenini koltuğunun altına sıkıştırarak yakınlarına, komşularına veda etmiş, burnunun dikine yola koyulmuş.O zaman yakınları ona ağlayıp çırpınmış, matem haykırışları koparmışlar. Tacire gelince, yoluna devam etmiş; ve söz konusu olan bahçeye girmiş; o gün yeni yılın ilk günüymüş; oturup kötü bahtına ağlarken, yanında boynu zincirli bir ceylan sürükleyerek bir şeyh çıkagelmiş; taciri selamlamış ve ona mutlu bir yaşam diledikten sonra,

"Ecinnilerin barındığı bu yerde tek başına oturmanın sebebi nedir?" diye sormuş. Bunun üzerine tacir ifritle olan serüvenini ve burada oturmasının nedenini ona anlatmış. Ceylanın sahibi şeyh, buna çok şaşırmış ve "Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!" demiş. Sonra onun yanına oturup "Vallahi, ey kardeşim, ifritle serüveninin sonunu görmedikçe yanından ayrılmayacağım" demiş; ve gerçekten oturup onunla konuşmaya başlamış; ve onu, derin bir üzüntüye ve fırtınalı düşüncelere kapılarak korku ve dehşetten bayılacak gibi görmüş.Ceylanın sahibi onunla oturup dururken, birdenbire siyah renkli iki tazıyla ikinci bir şeyh çıkagelmiş; yaklaşıp ikisini de selamlamış ve onlara, ecinni uğrağı olan bu yerde ne yaptıklarım sormuş. Bunun üzerine ona öyküyü baştan sona anlatmışlar- Ancak o da yanlarına henüz oturmuşken yedeğinde doru renkte bir katır bulunan üçüncü bir şeyh onlara doğru gelmiş. Selam verip bu yerde oturmalarının nedenini sormuş. Onlar da başından sonuna kadar öyküyü anlatmışlar. Ama anlatılanı burada tekrarlamanın hiç yaran yok. Tam o sırada bir toz çevrintisi yükselmiş ve çayırın ortasına doğru şiddetli bir fırtına esmiş. Sonra, toz dağılmış ve elinde iyice bilenmiş bir kılıçla söz konusu olan ecinni ortaya çıkmış. Gözleri kıvılcım saçarak onlara yaklaşmış ve aralanndan taciri çekip alarak ona "Gel" demiş; "Gel ki, sen benim yaşantımım soluğu, yüreğimin ateşi çocuğumu nasıl öldürdüysen, ben de seni öylesine öldüreyim!' Bunun üzerine tacir ağlayıp yakınmaya başlamış; üç şeyh de onunla birlikte ağlayıp inlemeye ve hıçkırmaya başlamışlar., Ceylanın sahibi ilk şeyh, sonunda yüreklenerek ecinninin ellerine sarılmış; "Ey ecinni, ey ecinni padişahlarının başı ve başlarının tacı! Sana bu ceylanla olan serüvenimi anlatır ve sen bundan etkilenirsen, karşılığında, beni bu tacirin kanının üçte birini bağışlayarak ödüllendirir misin?" diye sormuş. Ecinni, "Evet, hiç kuşkun olmasın,

sayın şeyh! Bana öyküyü anlatır, ben de onu olağanüstü bulursam, tacirin kanının üçte birini bağışlarım" demiş.
 
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
BIRINCI ŞEYHIN OYKUSU



Birinci şeyh şunları anlatmış:

Bil ki ey yüce ifrit, şu gördüğün ceylan, benim amcanım kızıydı ve benim etim, kanım gibiydi. Onunla daha pek gençken evlendim ve birlikte otuz yıl yaşadık. Allah ondan çocuk sahibi olmamı istemedi.

Bunun üzerine bir cariye edindim. Allah'ın lütfuyla bana dolunay kadar güzel bir oğlan çocuğu doğurdu; hoş gözleri, birleşik kaşları ve kusursuz bîr yapısı vardı. Yavaş yavaş on beş yaşında birdelikanlı oluncaya kadar büyüdü. O sırada önemli bir iş için uzak bir kente gitmek zorunda kaldım. Amcamın kızı, şurada gördüğünüz ceylan, çocukluğundan beri büyücülüğe ve sihir sanatına kendini kaptırmış imiş; sihirbazlık bilgisiyle, oğlumu buzağıya, annesi olan cariyeyi de ineğe dönüştürmüş; sonra da bunları çobanımızın bakımına terk etmiş.

Ben, uzun bir süre geçtikten sonra geziden döndüm. Oğlumdan ve annesinden haber sordum; amcamın kızı bana, "Cariye öldü; oğlun kaçtı; nereye gittiğini bilmiyorum" dedi.

Bütün bir yılı, yüreğimin acısıyla, gözüm yaşlı geçirdim. O yılın kurban bayramı gelince, çobandan, bana semiz bir inek ayırmasını söyledim; bana iyice semiz bir inek getirdi ama bu, şu ceylanın büyülediği cariyemdi- yenlerimi kıvırdım, giysimin eteklerini topladım ve bıçak elde, ineği kurban etmeye hazırlandım.

Birdenbire bu inek inlemeye ve alabildiğine gözyaşları dökmeye başladı. Bunu görünce duraksadım; onu kurban etmesini çobandan istedim. isteğimi yerine getirdi; sonra da derisini yüzdü. Ama onda ne et ne de yağ bulduk; sadece deri ve kemikten oluşmuştu, O vakit,bunu kurban ettiğime pişman oldum; ama pişmanlık neyime yarayacaktı?

Bunun üzerine onu çobana verdim ve dedim ki, "Bana iyice yağlanmış bir buzağı getir!" O da bana büyüyle buzağı haline getirilmiş oğlumu getirdi. Bu buzağı beni görünce ipini kopardı, bana doğru koştu; ayaklarımın ucunda iniltilerle, gözyaşlarıyla yuvarlandı. Ona acıdım, çobana,

"Bana bir inek getir, bunu bırak!" dedim.

Anlatının bu noktasında, Şehrazat sabahın belirdiğini görmüş; verilen izinden daha fazla yararlanmadan yavaşça susmuş. Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, "Ablacığım, anlattıkların ne kadar tatlı ve zarif ve zevki nasıl okşuyor, bilsen!" demiş; Şehrazat, "Ama bunlar, eğer hükümdarımız beni bağışlar ve hâlâ hayatta olursam, yarın akşam ikinize anlatacaklarımın yanında hiç kalır" diye yanıt vermiş.

Şah da kendi kendine, "Vallahi Öyküsünün sonunu dinlemeden onu öldürmeyeceğim" demiş.

Sonra Şah Şehriyar ve Şehrazat gecenin geri kalan bölümünü birbirlerinin kollarında geçirmişler. Bunu izleyerek şah, adalet dağıtmak üzere divana başkanlık etmeye gitmiş; orada vezirin, kolunun altında öldüğüne inandığı kızı için hazırladığı kefenle gelmiş bulunduğunu görmüş. Ancak şah ona hu konuda hiçbir şey söylememiş; ve adalet dağıtmaya devam etmiş ve kimilerini yeni görevlere atarken, kimilerini de işten el çektirmiş; ve bu, gün sonuna kadar sürmüş. Vezirse, vesveseli imiş; şaşkınlığının sınırlarına ulaşmış. Divan dağılınca, Şah Şehriyar sarayına dönmüş.
 
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
ikinci Gece Gelince



Dünyazat, ablası Şehrazat'a "Ablacığım, senden rica ediyorum,tacir ile ecinni öyküsünün sonunu anlat!" demiş. Şehrazat da, "Tüm kalbimle ve gereken saygıyla! Ancak şah yine bana izin verirse" diyerek yanıt vermiş. Şah ona "Konuşabilirsin!" deyince;

Söze başlamış;

Ey bahtı yüce şah! Ey adaletli hükümdar! Tacir buzağının ağladığını görünce, yüreği acımayla dolmuş ve çobana, "Bu buzağıyı sürüye kat!" demiş. Ecinni bu garip öyküye çok şaşırmış; sonra ceylanın sahibi şeyh, sözünü sürdürmüş:

Ey ecinni şahların efendisi! Bütün bunlar olup biterken amcamın kızı, orada durup bakıyor: ve "Bu buzağı kurban edilmeliydi; çünkü tam yağlanmış!" diyordu. Ama ben, acıdığımdan ötürü, karar veremiyordum; çobana onu götürmesini söyledim; o da buzağıyı alıp gitti.

İkinci gün, otururken, çoban yanıma geldi ve bana, "Efendim, size sevineceğiniz bir şey söyleyeceğim; ama ödülümü isterim" dedi. Ona, "Kuşkun olmasın!" diye yanıt verdim. Çoban, 'Ey ünlü tacir" diye sözünü sürdürdü; "Benim büyücü olan bir kızım var. Büyü yapmayı yanımızda yaşayan yaşlı bir kadından öğrendi. Dün bana verdiğiniz buzağıyla birlikte kızımın yanına gittim. Kızım, onu görür görmez, başım tül yazmayla örttü ve gülmeye ve sonra da ağlamaya başladı; ve de bana, 'Baba, benim değerim senin gözünde bu denli düşük mü ki, benim yanıma yabancı erkeklerin girmesine izin veriyorsun?' dedi, Ona "Hani nerede bu yabancılar?' dedim; 'Sonra neden ilkin güldün, sonra da ağladın?' diye sordum. Bana, 'Yanındaki bu buzağı, efendimiz tacirin oğludur; ama büyülenmiş. Onu öz anası ile birlikte böyle büyüleyen de üvey anasıdır. Kendisini buzağı kılığın da görünce dayanamayıp güldüm; ve de ağlıyorsam, nedeni buzağının annesinin, babası tarafından kurban edilmesindendir' dedi. Kızımın bu sözlerini duyunca çok şaşırdım. Sonra size haber getirmek için sabahın gelişini sabırsızlıkla bekledim." Şeyh, sözünü Ey kudretli ecinni, diye sürdürmüş. Çobanın bu sözlerini duyunca, onun ile birlikte acele evden çıktım; şarap içmeden sarhoş olmuş gibiydim; çocuğumu görmek düşüncesi, mutluluğu ve neşesi o denli yoğundu! Çobanın evine ulaşınca, genç kız bana "Hoş geldin!" dedi ve elimi öptü; sonra buzağı yanıma geldi ve ayaklarımın önünde yuvarlandı. Çobanın kızına, "Bu buzağı hakkında anlattıkların doğru mu?" diye sordum. Kız da: "Evet, kuşkusuz efendim,bu senin oğlun, yüreğinin alevidir" dedi.

Ona, "Ey nazik ve yardımsever genç kız" dedim; "Oğlumu kurtarırsan, sana babanın elinin altındaki tüm mal ve hayvanları veririm!" Bu sözlerime güldü ve bana: "Efendim bu vereceklerini ancak iki koşulla kabul edebilirim" dedi: "İlki oğlunla evlenirsem; ve ikincisi de istediğimi büyüleyip hapsetmeme izin verirsen: Yoksa karının hayınlıklarına karşı koymanın sonucunu alamam!"

Çobanın kızının sözlerini duyunca, ey kudretli ecinni, ona "Olur!" dedim; "Ve dediğim gibi babanın elinin altında bulunan zenginlikler de senin olacak! Amcamın kızına gelince, onun yaşamını istediğin gibi ele alabilirsin!" dedim. Bu sözlerimi duyunca kız eline bir bakır leğen aldı; onu suyla doldurdu ve su üstüne büyülü sözcükler okudu. Sonra bunu, "Eğer Allah seni buzağı yarattıysa eşkalini değiştirmeden buzağı olarak kal! Ama büyülenmişsen, Yüce Tanrı'nın izniyle ilk yaratıldığın hale dön!" diyerek buzağının yüzüne serpti. Bunu söyler söylemez, buzağı kıpırdamaya ve silkinmeye başladı ve yeniden insan kılığına döndü. Ona, "Allah'a şükürler olsun!" dedim; "Söyle bana amcamın kızı sana ve anana ne yaptı?" Ve o da bana başlarına ne geldiyse hepsini anlattı. Bunun üzerine, "Oğlum"dedim; "Bahta hükmeden Allah, senin kurtulman ve haklannı elde etmen için birini görevlendirmiş." Bundan sonra, ey iyi yürekli ecinni, oğlumu çobanın kızıyla evlendirdim; o da büyücülük bilgisiyle amcamın kızım büyüledi; onu şurada gördüğünüz ceylan kılığına soktu; ve ben buralardan geçerken şu taciri gördüm; ne yaptığım sordum; ondan başına geleni öğrendim. Başına daha neler gelebileceğini merak ederek birlikte bekledim; benim öyküm bu kadar, demiş. Bunu duyan ecinni, "Bu öykü yeterince şaşırtıcı, İstenen kanın üçte birini bağışladım" diyerek haykırmış,,.

O anda iki tazının sahibi ikinci şeyh ilerlemiş ve demiş ki:

İKİNCİ ŞEYHİN ÖYKÜSÜ



Bil ki, ey ecinni, şahların efendisi, bu iki köpek benim kardeşlerimde Babamız ölünce, bize miras olarak üç bin dinar bıraktı. Ben, hisseme düşenle, alışverişe koyulduğum bir dükkân açtım. Kardeşlerimden biri ticaret yapmak üzere geziye çıktı; kervanlara katılarak bir sene kadar bizden uzakta kaldı. Döndüğü zaman elinde avcunda hiçbir şey kalmamıştı. Ona dedim ki, "Kardeşim, benbu geziye çıkmamanı salık vermiştim sana." Ağlamaya başladı ve: "Kardeşim" dedi; "Kudretli ve yüce olan Tanrı, bunun böyle olmasını istedi. Artık sözlerin bana hiçbir yararı yok; çünkü hiçbir varlığım kalmadı." Bunun üzerine onu dükkâna götürdüm; sonra da hamama gittik; onu en iyi cinsten bir esvapla donattım. Sonra da oturup birlikte yemek yedik. Ona, "Kardeşim, sana kazancımın geçen yıldan bu yıla hesabım çıkarayım ve sermayeye dokunmaksızm, bu kazancı seninle paylaşalım!" dedim. Hesaplanınca o yıl bin dinar kâr sağladığımı gördüm. Kudretli ve Yüce Tanrı'ya hamdettim; en yoğun neşeyle keyiflendim. Sonra kazancı iki eşit parçaya bölerek kardeşimle paylaştım. Ama, kardeşlerim, yeniden ayrılmayı kararlaştırdılar; benim de onlarla birlikte gitmemi istiyorlardı. Ancak ben bunu asla kabul etmedim ve onlara, "Geziye çıkmakla sanki ne kazandınız da, beni size öykünmeye zorluyorsunuz" deyince bana sitem ettiler; ancak sonuç alamadılar; çünkü onlara uymadım. Böylece, her birimiz kendi dükkânlarımızda bütün bir yıl alışverişle uğraştık. "Fakat onlar yeniden bana gezi önerisinde bulundular; ben yine onlara uymadım. Bu böyle tam altı yıl sürdü. Sonunda kentten ayrılmak bakımından onlara uymak durumunda kaldım ve onlara, "Kardeşlerim elimizde kalan parayı sayalım!" dedim; saydık ve tüm paramızın altı bin dinar olduğunu gördük. Bunun üzerine kendilerine, "Bunun yarısını toprağa gömelim! Başımıza bir felaket gelirse, kullanabilmek için,., Her birimiz ticaret yapmak üzere biner dinar alalım!" dedim; "Allah görüşünü bağışlasın!" dediler. Bunun üzerine parayı aldım; iki eşit parçaya böldüm. Üç bin dinarı gömdüm; geri kalan üç bin dinarı aramızda eşit olarak dağıttım: her birimize biner dinar düşecek şekilde...

Sonra her birimiz çeşitli mallar satın alarak bir gemi kiralayıp tüm mallarımızı içine taşıttık ve yola koyulduk.

Yolculuk tam bir ay sürdü; bu sürenin sonunda bir kente ulaşıp burada mallarımızı sattık. Her bir dinara karşılık on dinar kâr sağladık. Sonra bu kentten ayrıldık, Denizin kıyısına ulaştığımızda, orada eski ve yıpranmış giysiler içinde bir kadın gördük. Kadın benim yanıma yaklaştı elimi Öperek,

"Efendim, yardım edip beni kurtarır mısınız? Ben size elbet bunun karşılığım öderim" dedi. "Kuşkusuz yardım edip seni kurtarırım. Ama karşılığım ödemek zorunda olduğunu düşünme!" dedim. Bana,"Öyleyse benimle evlenin! Beni kendi ülkenize götürün! Size tüm varlığımı adayayım! Bunu benden esirgemeyin! Ben minnettarlığın ve iyiliğin ne olduğunu bilenlerdenim. Benim fakir görünüşümden de utanmayın!" dedi. Bu sözleri duyunca, ona taa içimden bir acıma duydum; zira kudretli ve Yüce Tanrı'nın iradesine karşı durmak mümkün değildir. Onu yanıma aldım; zengin elbiseler giydirdim ve gemide altına şahane halılar serdim. Ona tam ve yürekten; ve de incelikli bir karşılamada bulunmamdan sonra yola koyulduk, Yüreğim onu büyük bir aşkla sevdi; ve o andan itibaren gece ve gündüz hiç yammdan ayırmadım; kardeşlerimin arasında, sadeceben, onunla ilgileniyordum. Bu yüzden kardeşlerim beni kıskandılar; benim zenginliğime ve mallarımın üstün niteliğine de imreniyorlardı; bende olan her şeye aç gözlülükle bakıyorlar; benim ölümümü ve paramı ele geçirmeyi düşünüyorlardı: Çünkü, Şeytan davranışlarını, onlara en güzel renkler içinde gösteriyordu.Bir gün karımın yanında uyurken, bize yaklaşıp ikimizi de alarak denize attılar; karım suda uyandı; bir çırpıda değişip ifriteye dönüştü.

Beni omzuna aldı ve bîr adaya götürüp bıraktı. Sonra bütün gece gözden kayboldu; sabahleyin dönüp bana, "Beni tammadm mı?Senin karınım, ben. Yüce Tanrı'nın izniyle seni ölümden kurtarıp buraya getirdim. Çünkü, bil ki ben bir ecinniyeyim. Gördüğüm andan beri gönlüm sevdi; sadece Allah böyle istediği için; ve ben Allah'a ve koruyup kutsadığı Peygamberine inanırım. Fukara kılığında senin yanına geldiğim halde, yine de benimle evlenmek istedin. O zaman, ben de karşılık olarak, seni sudan çıkarıp ölümden kurtardım.Kardeşlerine gelince, onlara çok kızdım; kuşkusuz onları öldürmem gerek!" dedi.

Bu sözleri duyunca, çok şaşırdım; yaptığına teşekkür ettim; ve ona "Kardeşlerimin yok edilmesine gelince, gerçekten buna gerek yok!" dedim. Sonra ona, başından sonuna kadar, kardeşlerimle aramızda olup bitenleri anlattım. Sözlerimi duyunca, bana 'Ben bu gece onların yanına uçacağım ve gemilerini batıracağım. Ölüp gitsinler!" dedi. Ona, "Allah aşkına, sakın bunu yapma! Zira atasözü, 'Ey layık olmayan kimseye yardım eden! Bil ki, suçlu, işlediği suçuyla zaten yeterince cezalandırılmıştır' der. Sonra, ne de olsa onlar benim kardeşlerimdir" dedim. Bana, "Mutlaka onlan öldürmem gerek!" dedi. Boşuna hoşgörüsüne sığındım. Sonra beni omuzlarına aldı, uçtu ve evimin taraçasına bıraktı. Evimin kapılan m açtım; üç bin dinarı sakladıkları yerden çıkardım ve gerekli iş ve adet hükmündeki hatır ziyaretlerini yaptıktan sonra dükkânımı açtım; yeniden mal satın aldım. Akşam olunca dükkânımı kapadım; eve dönünce bir köşeye bağlanmış bu iki köpeği gördüm. Beni görünce, ayağa kalkıp ağlamaya, giysilerime sürtünmeye başladılar; o anda karım koşarak geldi ve, "Bunlar senin kardeşlerin!" dedi. Ona, "Ama kim bunları bu hale sokmuş?" diye sordum, "Ben! Büyü alanında benden daha bilgili olan kızkardeşime rica ettim; o da bunları on sene geçmeden kurtulmamak üzere, bu hale soktu" dedi.

"İşte ey kudretli ecinni, bundan dolayı buraya geldim; artık on sene dolduğu için baldızımı bulup onlan kurtarmasım dileyeceğim. Buraya ulaştığımda şu iyi yürekli genci gördüm; serüvenini öğrendim; onunla aranızda olup biteceği görmeden de bir yere gitmek istemedim.Benim Öyküm de böyle!" deyip sözünü bitirmiş.

Ecinni, "Bu gerçekten şaşırtıcı bir öykü; cinayeti karşılayacak cezanın üçte birini daha affediyorum" demiş.

Bunu izleyerek katırın sahibi olan üçüncü şeyh öne çıkmış ve ecinniye, "Ben sana bu ikisininkinden de harika bir öykü anlatacağım" demiş; "Sen de bana, karşılığında, cinayetin geri kalan kan bedelini bağışlayacaksın!" Ecinni, Teki, öyle olsun!" diye yanıt vermiş.Ve üçüncü şeyh anlatmaya başlamış:
 
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
ÜÇÜNCÜ ŞEYHİN ÖYKÜSÜ

Ey Sultan, ey ecinniler başı! Bu katır benim karımdı. Bir zamanlar yolculuğa çıkmış, ondan tam bir yıl uzakta kalmıştım; işlerimi bitirince bir gece, ansızın onun yanına döndüm ve onu yatağın halı örtüsü üzerinde bir zenci köle ile yatarken buldum; orada ikisi konuşuyor,kırıtıyor, gülüyor, öpüşüyor ve şakalaşarak birbirini azdırıyorlardı. Beni görür görmez, karım hemen ayağa kalkıp bir testi suyla üzerime saldırdı; bu testiye bazı sözcükler mırıldandı ve suyu üzerime serpti; bana da, "Kendine özgü kılıktan çık, köpek kılığına gir!" dedi. Ben hemencecik bir köpek oldum; beni evden kovdu; çıktım, uzun süre sokaklarda süründükten sonra bir kasap dükkânına ulaştım. Dükkâna yaklaşıp oradaki kemik parçalarını yemeye başladım.
.Dükkân sahibi beni fark etti ve alıp evine götürdü.Kasabın kızı beni görünce, hemencecik yüzünü örttü ve babasına,"Böyle mi yapılır? Birlikte bir erkek getiriyor ve eve sokuyorsun!" dedi. Babası, "Hani nerede bu erkek?" diye sorunca; "Bu köpek bir insanoğludur.

Onu bir kadın büyülemiş. Ben onu kurtarma gücüne sahibim" diye yanıt verdi. Bu sözleri duyunca, babası, "Öyleyse Allah aşkına onu kurtar kızım!" dedi. Kız eline bir testi su aldı; üzerine birkaç sözcük mırıldandıktan sonra birkaç damlasını üstüme serpti; ve "Bu kılıktan çık, ilk haline dön!" dedi. Hemen eski halime döndüm; ve genç kızın elini öptüm; ona, "Şimdi senden, beni büyüleyen karımı büyülemeni diliyorum" dedim.

Bunun üzerine bana bir miktar su verdi ve "Karını uyur vaziyette bulursan, onu bu suyla ıslat! İstediğin kılığa girecektir" dedi. Gerçekten, onu uyurken buldum ve üzerine su serperken, "Bu kılıktan çık, katır şekline gir!" dedim. Hemen o an katıra dönüştü. Ecinni katıra dönerek, "Doğru mu bu anlattıkları?" diye sormuş.Katır, başım öne doğru sallayıp, hal diliyle, "Ah evet! Ah evet! Çok doğru!" demek istemiş, Bü öykü ecinniyi zevk ve heyecanla titretmiş ve ihtiyara kanın geri kalan üçte birini bağış olarak sunmuş.

Tam o sırada, Şehrazat günün doğmakta olduğunu görerek, verilen izni aşmak istemediğinden yavaşça susmuş. Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, "Ablacığım, sözlerin ne kadar tatlı, zarif ve güzel! Ve de kulağa ne kadar hoş geliyor!" demiş. Şehrazat, "Ama şah beni bağışlar yine hayatta kalırsam, gelecek gece anlatacaklarımın yanında hiç kalır" yanıtını vermiş. Şah, kendi kendine "Doğru, öykünün şaşırtıcı sonunu öğrenmeden onu öldürmeyeceğim"demiş. Sonra Şah ile Şehrazat geceyi sabah oluncaya kadar sevişerek geçirmişler. Bundan sonra şah çıkıp divana gitmiş. Vezir de öteki saraylılar da gelmişler. Salon dolunca, şah yargılayıp atamalar yapmış; buyruklar verip işlerini tamamlamış; bu böylece akşama kadar sürmuş. Sonra divan dağılmış; Şah Şehriyar da sarayına dönmüş.

Ve Üçüncü Gece Gelince

Dünyazat, "Ablacığım"demiş; "Senden anlattığın öyküyü tamamlamanı rica ediyorum". Şehrazat da, "Tüm dost ve cömert yüreğimle!" diyerek yanıt vermiş. Sonra da sözünü sürdürmüş:

Ey bahtıgüzel şahım! İşittim ki, üçüncü şeyh üçünün en şaşırtıcı olan öyküsünü anlatınca ecinni çok şaşırmış ve de zevkten ve heyecandan titreyerek, "Cinayetin bedelinin geri kalanını da bağışladım, taciri bırakıyorum" demiş. Bunun üzerine tacir mutluluktan uçarcasına şeyhlerin önüne gelmiş; onlara teşekkürler etmiş; onlar da kendilerince onun ölümden kurtulmasını kutlamışlar; ve sonra her biri ülkelerine gitmişler. "Ancak" diye sözünü sürdürmüş Şehrazat, "Bu öykü balıkçının öyküsü kadar şaşırtıcı değildir". Şah, "Neymiş bu balıkçının öyküsü?" diye sormuş:

Şehrazat da anlatmaya başlamış:
 
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
BALIKÇI İLE ECİNNİ ÖYKÜSÜ

İşittim ki ey bahtıguzel Şahım! Bir zamanlar yaşı epeyce ilerlemiş, evli barklı, üç çocuk babası, oldukça fakir bir balıkçı varmış. Ağını her gün suya sadece dört kez atar; sonuç almasa da bir daha denemezmiş, Böylece, günlerden bir gün, öğle saatinde, deniz kıyısında, sepetini yere koyup ağım fırlatmış ve ağın suyun dibini bulmasını beklemiş. Sonra ipleri toparlamış; ağ öyle ağırmış ki, kendine doğru çekmeyi başaramamış. O da, uçları toprağa kakılı sağlam bir kazığa bağlamış. Sonra soyunmuş; suya dalıp ağınyöres'nde yüzmüş; ağı karaya çekinceye kadar çabalayıp durmuş. Başarısından mutlu, giyinmiş; ağa yaklaşıp bakmış ki, içinde bir eşek leşi yatmakta...

Bunu görünce üzülmüş; ve "Yüce ve kudretli Tanrı'dan daha yüce ve kudretlisi yoktur" demiş. Sonra da, "Ama gerçekten, Tanrı'nın bana bu bağışı çok şaşırtıcı!" diyerek kendi kendine şu dizeleri okumuş:

Ey dalgıç! Gecenin karanlıklarında döner durursun!
Ve körü körüne yitirirsin her şeyi.
Bırak bu zahmetli çabayı, çek git!
Çünkü baht devinmeyi sevmez!

Ağını leşten kurtarıp, suyunu sıkıp akıtınca, Allah'ın adını anarak, onu yeniden suya fırlatmış ve ağın suyun dibine ulaşmasını beklemiş.
Sonra da çekmeyi denemiş; ama ağın çok ağır olduğunu ve ilk şeferinkinden de daha çok dibe çöktüğünü anlamış. Büyük bir balık yakaladığı düşüncesine kapılarak soyunup suya dalmış; ağı kurtarıncaya kadar çabalamış; ve onu kıyıya çekince çamur ve kumla dolu bir küp yakaladığını anlamış. Bunu görüp umudu kırılınca, şu dizeleri okumuş:

Ey kötü talih, artık yeter! Tanrım kullarına acı! Ne hazin ki, yeryüzünde hiçbir Ödül yeteneğe eşit değildir; çoğu kez, evinden çıkar bahtımı ararım. Epeyce oldu; Öğrendim artık, baht ölmüştür. Bu ne yoksulluk! Ey talih, gölgene sığınırlar ama sen, bilgeleri sürgün eder, dünyayı budalalara yönettirirsin!" Sonra küpü uzaklara firlatmış, ağını sıkmış, isyanından dolayı Tanrı'dan bağışlanma dilemiş ve üçüncü kez, deniz kenarına gelmiş; ağını firlatmış ve dibi bulana kadar beklemiş; sonra da çekerek kırık testiler ve cam parçalarıyla dolu olduğunu görmüş; bunu görünce bir şairin şu dizelerini okumuş: Ey şair! Bahtın rüzgârı hiç senden yana esmeyecek! Biliyor musun saf'kişi! Ne kamış kalemin, ne yazının ahenkli kıvrımları seni asla zenginleştirmez!

Sonra başını göğe kaldırarak, haykırmış: "Tanrım! Biliyorsun! Ağımı dört kezden fazla fırlatmam! Oysa daha şimdiden üç kez fırlatmış bulunuyorum." Bunu izleyerek Tanrı'nın adını bir kez daha anmış; ve ağını denize firlatmış; ve beklemiş dibe ulaşsın diye,.. Bu kez, tüm çabalarına karşın dipteki kayalara daha da fazla takılmış olan ağını çekmeyi başaramamış; ve bağırmış: "Tanrı'dan yüce ve kudretli varlık yoktur!" diye. Sonra soyunup ağın yöresinde denize dalıp çıkmış; ağı kayalıktan kurtarıp karaya çıkarıncaya kadar çabalayıp durmuş. Ağı açmış; bu kez içinde sarı bakırdan, içi dolu ve dokunulmamış büyük bir küp bulmuş; küpün ağzı kurşunla kaplanmış ve Davut Peygamber'in oğlu Hazret! Süleyman'ın1 mührüyle mühürlenmiş imiş. Bunu gören balıkçı pek sevinmiş; kendi kendine,

"İşte çarşıda kazancılara satabileceğim bir şey buldum. Herhalde en az on dinar eder" demiş; küpü sallamaya başlamış; ancak ne denli ağır olduğunu anlayınca, kendi kendine, 'Açıp içinde ne olduğunu görmem gerek! Onu torbama koyar, sonra götürür kazancılar çarşısına satarım" diye düşünmüş. Bıçağını eline alıp küpün ağzından kurşunu sökünceye kadar uğraşmış; sonra da küpü tersine çevirmiş, içindekiler yere dökülsün diye sallamaya başlamış. Ancak küpten yere hiçbir şey düşmemiş; sadece yerden göğün mavisine yükselen ve toprağa yayılan bir duman oluşmuş. Balıkçı çok şaşırmış. Sonunda, dumanın yayılması bitince yoğunlaşma başlamış; bir titreşim sonunda, ayaklan yerde sürünürken, başı bulutlara değen bir ifrite dönüşmüş. Bu ifritin başı bir kubbe, ayaklan direk, ağzı mağara, elleri dirgen, dişleri çakıl, burnu testi, gözleri meşale gibiymiş; saçları dağınık ve tozluymuş. Bu ifriti görünce balıkçı korkmuş. her yanı titreyerek dişleri birbirine kenetlenmiş; tükürüğü kurumuş ve gözleri ışıktan körleşmiş.

İfrit balıkçıyı görünce, Tanrı'dan gayrı Tamı yoktur, Süleyman da Tanrının peygamberidir!" diye bağırmış; ve balıkçıya seslenerek, ,hVe sen, ey Süleyman, Tanrı'nın peygamberi! Beni öldürme, bir daha sana karşı gelmeyeceğim, emirlerine karşı çıkmayacağım! demiş. Balıkçı, "Ey asi ve küstah dev! Ne cesaretle Süleyman'ın Tanrı'nın peygamberi olduğunu söylersin? Süleyman öleli bin sekiz yıl oldu; ve biz ahir zamandayız. Ya senin anlattığın öykü ne? Bu küpe nasıl girdin, sen?" demiş. Bu sözleri duyan ecinni, balıkçıya, 'Tanrı'dan başka Tanrı yoktur. Sana iyi bir haber vereyim balıkçı" demiş; balıkçı da, "Ne söyleyeceksin?" diye sormuş. İfrit, 'Ölümünü!

*Araplar, Hazreti Süleyman'ı İyi ve kötü ecinnilerin efendisi bilirler* Hem de şu saatte... ve de en korkunç şekilde" diye yanıt vermiş. Balıkçı buna, "Bu haber için Allah layığını versin, ey ifritlerin sultanı" demiş; "Allah seni korumasın! Seni bizden ırak kılsın! Niye benim ölümümü istersin? Ölümü hak edecek ne yaptım ben? Seni küpten kullardım, denizdeki zindanından azat ettim ve yeryüzüne çıkardım!" İfrit demiş ki, "Yeğ tuttuğun Ölümü kendin beğen ve de ne biçimde Öldürülmek istediğini söyle!" Balıkçı, "Böylesine bir cezayı hak edecek ne gibi bir suç işledim?" diye sormuş. İfrit. "Ey balıkçı. öykümü dinle bak!" demiş. Balıkçı da "Anlat öyleyse, ama kısa kes! Çünkü ruhum sabırsızlıktan ayak ucumdan çıkmak üzere" demiş. İfrit anlatmaya başlamış:

"Bil ki ben asi ecinniyim. Davut'un oğlu Süleyman'a karşı çıktım. Adım Sakı* el-Cinni'dir: Süleyman benim üzerime veziri Barkiya Asaf ı gönderdi. Tüm çabalarıma karşın vezir beni tuttu ve Süleyman'ın ellerine teslim etti. O anda burnum sürtüldü, kendimi aşağılanmış hissettim. Beni görünce Süleyman Tanrı'ya şükretti ve benden onun dinine girmemi ve emrine tabi olmamı istedi. Ama ben, reddettim. Bunun üzerine bu küpü getirtti ve beni hapsetti. Sonra ağzını kurşunladı ve yücelerin yücesinin adıyla mühürledi; ve iman etmiş afârite (1) emir verdi: Beni omuzlarına alarak denizin orta yerine atıverdiler. Denizin dibinde yüzyıl kaldım; içimden; 'Beni kim kurtarırsa onu servete boğacağım' dedim. Ama yüzyıl daha geçti beni kimse kurtarmadı. İkinci yüzyıl bitince, kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana, toprağın definelerini bulup vereceğim' dedim. Ama beni kimse kurtarmadı. Böylece dört yüzyıl geçti; kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana istediği üç şeyi vereceğim'd edim. Ama beni kimse kurtarmadı. O zaman müthiş bir hiddete kapıldım kendi kendime, 'Şimdi artık beni kim kurtarırsa, onu öldüreceğim. *1 Afârât: İfrit sözcügünün çoğulu*

Ama ona ölümünü seçme fırsatım da tanıyacağım' dedim, işte tam bu sırada, ey balıkçı, sen gelip beni kurtardın. Hangi biçimde Öldürülmeyi istiyorsun, söyle bakalım!" demiş. İfritin bu sözleri üzerine, balıkçı, "Hey Yarabbi!" demiş; "Ne inanılmaz şey! Seni kurtarmak demek bana nasip miş. Ey ifrit, gel beni affet, Allah da seni affetsin! Ama, beni öldürürsen, Allah da seni kahretmek için birilerini yoluna çıkarır" demiş. Bunu duyunca ifrit, "Ama seni öldürmek istiyorsam, bu sırf beni kurtarmış olmandan dolayıdır" demiş. Balıkçı da, "Ey ifritlerin şeyhi, sana iyilik yapanı kötülükle karşılaman doğru mu? Oysa atasözleri hiç yalan söylemez." Ve balıkçı bu konuda şu dizeleri okumuş: Acının tadını tatmak istersen herkesin derdine ortak ol! Kederini yatıştır!

Yaşantıma yemin olsun ki, çakallar minnet bilmezler. İstersen dene! Durumun Amr ' ı n anası Macir gibi olacaktır. Ama, ifrit ona, "Çok konuştun. Kesinlikle, senin ölmen gerektiğini bil!" O zaman balıkçı, ken di kendine, "Ben bir insanoğlundan başka bir şey değilim. O ise, bir ecinni; ama Tann bana tutarlı bir akıl vermiş; onu yok etmek için bir tertip bulmak, kurnaz bir hile hazırlamak isterim. Bakalım o da, sırası gelince kötülüğü ve kurnazlığıyla bir düzen kurabilecek mi?" demiş. Bunun üzerine ifrite, "Gerçekten benim ölümüme karar verdin mi?" diye sormuş; ifrit, "Hiç kuşkun olmasın!" yanıtını vermiş; o zaman balıkçı, "Süleyman'ın mührü üzerinde adı bulunan Tanrı adına, soruma doğru olarak cevap vermeni senden rica ediyorum" demiş. İfrit Yüce Tanrı'nın adını işitince, çok heyecanlanmış ve şaşakalmış; ve "Sorabilirsin; ben de doğru olarak yanıt vereceğim" demiş. Bunun üzerine balıkçı, "Nasıl oluyor da, senin ancak elini ya da ayağını sokabileceğin küpe, tüm olarak sığabiliyorsun?" demiş, ifrit, "Acaba bundan kuşku mu duyuyorsun?" diye sormuş. Balıkçı "Doğrusu küpe girişini gözümle görmedikçe, buna asla inanmam!" demiş.

Ancak o anda Şehrazat şafak söktüğünü görmüş, ruhsatlı konuşmasını kesmiş.
 
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
Ve Dördüncü Gece Olunca

Sözünü sürdürmüş:
Bildiğime göre, ey bahtı güzel şahım, balıkçı ifrite "Sana asla inanmam. Ta ki, küpe girdiğini gözlerimle görmüş olayım!" deyince;
ifrit sarsılmış, silkinmîş ve yeniden göğe yükselen bir duman olmuş; sonra da sıkışmaya ve nihayet yavaş yavaş küpe yerleşmeye başlamış.
Bunun üzerine balıkçı, hemen üzerinde Süleyman'ın mührü olan kurşun tıpayı almış ve küpün ağzını tıkamış. Sonra da ifrite seslenmiş:

"Hey oradaki! Ölmek için, ölüm tarzını seç! Yoksa seni denize fırlatacağım; ve de kıyıda bir ev yaptırıp seni avlamak isteyenleri engelleyeceğim. Onlara, 'Burada, kim kendisini kurtarırsa, kurtulur kurtulmaz kendisini kurtarana Ölüm çeşitleri sayarak hangi türden ölmek istediğini soran bir ifrit var' diyeceğim" demiş. İfrit, balıkçının sözlerini işitince küpten çıkmaya çalışmış, ama başaramamış; ve de Süleyman'ın mührüyle kurşun tıpa altında hapsedilmiş olduğunu anlamış.

O zaman, balıkçının kendisini, ifritlerin en zayıfından en kuvvetlisine kadar hiçbirinin kurtaramayacağı bir zindana atmış bulunduğunu fark etmiş. Sonra balıkçının kendisini deniz kıyısına doğru götürdüğünü anlayınca, ona "Hayır, hayır!' demiş. Balıkçıysa.

'Böyle gerekli, böyle gerekli!" demiş. O zaman ecinni, koşullarını gevşetmeye başlamış ve alçakgönüllülükle, ona: "Ey balıkçı, bana ne yapacaksın?' diye sormuş. O da, "Seni denize atacağım. Çünkü sen orada beş yüz yıl kaldıysan ben kıyamet gününe kadar kalman

için tertibat alacağım. 'Allah'ın seni korumasını istiyorsan, sen de beni koru! Beni Öldürme ki, Tanrı da seni öldürmesin!' diye sana yalvarmadım mı? Oysa sen, benim yalvarışlarıma kulak asmadın, alçakça davrandın!" demiş; ve eklemiş: "İşte şimdi Allah seni benim ellerime terk etti; sana, vicdan azabı duymadan istediğimi yapabilirim.''

İfrit, "Bana küpü aç! Seni iyiliklere boğayım!" deyince balıkçı, "Yalan söylüyorsun, sen! Hey lanet olasıca!" demiş ve de; "Zaten senin ile benim aramda Kral Yunan'in vezin ile Tabip Rûyan arasındaki olay aynen geçiyor" diyerek eklemiş...

İfrit, "Bu Kral Yunanın veziri ve Tabip Rüyan kimdi? Nedir
Kral Yunan'in bu öyküsü," deyince;


KRAL YUNAN'IN VEZİRİ İLE HEKİM RUYAN'IN ÖYKÜSÜ


Balıkçı anlatmaya başlamış:

"Bilesin ki ey ifrit, akıp giden eski zaman içinde ve birbirini izleyen çağlarda, Rum ellerinde, Fars kentinde, Yunan adlı bir kral varmış, Zenginmiş, kudretliymiş; ordulara, hatırı sayılır güçlere hükmedermiş; ve her ülkeden hükümdarlarla dostça geçinirmiş. Ancak bedeni, hekimleri ve bilginleri umutsuzluğa düşürmüş olan bir cüzzamla dertliymiş. Ne ilaçlar, ne haplar, ne merhemler onu şifaya kavuşturuyor; hiçbir hekim derdine çare bulamıyormuş. Günün birinde Rüyan adlı ihtiyar bir hekim, Kral Yunan'ın kentine gelmiş; bu hekim Rumca, Farsça, Latince, Arapça ve Süryanice kitapları okuyup bilgi edinmiş; tıp ve yıldız bilimi üzerinde incelemelerde bulunmuş; bunlarla ilgili kuramlar ve kaideleri ve yıldızların olumlu ve olumsuz etkilemelerini çok iyi bilirmiş; bitkiler, yaş ve kuru otlar ve bunların iyi ve kötü etkileri üzerinde de bilgi sahibiymiş. Ayrıca felsefe ve her türlü tıp bilimi ile başkaca fenler üzerinde de incelemelerde bulunmuş imiş. Bu hekim kente gelince, daha birkaç gün geçmeden, kralın öyküsünü ve Allah'ın takdiri gereği cüzzamdan çektiklerini ve de tüm hekim bilginlerin tedavilerinden bir sonuç alınamamış olduğunu öğrenmiş.

Bunu öğrenince, o geceyi düşünerek geçirmiş. Ama, ertesi gün, Tanrı'nın değerli mücevheri güneş dünyayı selamlayıp ortalığı aydınlatınca, uyanmış. En iyi giysilerine bürünerek Kral Yunanın huzuruna çıkmış. Yere kadar eğilerek kralın karşısında yeri öpmüş. Kralın kudretinin uzun ömürlü olmasını ve Allah'ın inayetiyle iyilikler dilemiş. Sonra sözünü sürdürerek kendisinin kim olduğunu anlatmış. Ve de "Efendim, bedeninde bulunan
hastalığı öğrendim; ve hekimlerin çoğunun derdine çare bulamadığını duydum. Bundan dolayı seni iyileştirmeye geldim. Sana ilaç içirecek ya da bedenine merhemler sürecek değilim!" demiş. Bu sözleri duyan Kral Yunan çok şaşırmış ve "Bunu nasıl yapacaksın, bilmiyorum ama, beni iyileştirirsen, Tanrı şahidim olsun, sana ve seni izleyecek sülalene yeterince servet bağışlar; tüm dileklerini yerine getirmeleri için buyruklar veririm; sen de benim musahibim ve dostum olursun" demiş; sonra da ona hilat giydirmiş; armağanlar vermiş ve "Gerçekten sen, ilaçsız, merhemsiz benim hastalığımı iyi edebilir misin?" diye sormuş. Hekim de, "Evet, kesinlikle!" Bedenine hiçbir ağrı ve zahmet vermeden, seni iyi ederim" demiş. Kral görülmedik bir şaşkınlıkla ona "Ey hekimbaşı, bunu hangi gün ve saatte gerçekleştireceksin? Bir an önce işe giriş çocuğum!" demiş. Hekim de "Duyduk ve itaat ettik!" diye yanıt vermiş.

Bunu izleyerek kralın huzurundan ayrılmış; kitaplarını, ilaçlarını ve kokulu bitkilerini yerleştireceği bir ev kiralamış. Sonra ilaçlarından, bitkilerinden tertipler yaparak bunları sap kısmım oyduğu bir çomağın içine doldurmuş, sonra da elinden geldiğince bir de top yapmış, işini bitirince, ertesi gün, kralın huzuruna çıkmış ve karşısında eğilerek yeri öpmüş. Sonra ona, ertesi gün meydana gitmesini ve kendisini orada beklemesini söylemiş. Ertesi gün oyun meydanına giden krala, emirleri, mabeyinciler, vezirler ve krallığın diğer önemli kişileri eşlik etmiş.

Meydana henüz yeni ulaşmışlarken, Hekim Rüyan çıkagelmiş ve krala, orada silahşorlarından seçeceği birkaçıyla at üzerinde top oynamasını önererek, "Bu sopayı al ve sıkı sıkı tut ve bununla topa vur! Bu oyunu tüm avcun ve bedenin terleyesiye kadar sürdür. Böylece ilaç avcundan tüm vücuduna geçerek dağılacak. Terleyip ilacın bedenini etkilemesine değin zaman geçince sarayına dön, hemen hamama girip yıkan! Kendini iyileşmiş bulacaksın. Şimdi Tanrı'ya emanet ol!" demiş.

Kral Yunan, hekimin verdiği sopayı alıp seçtiği silahşorlarla top oynamaya başlamış. Silahşorlar da atlarının üzerinde topu atıp kralın vurmasını sağlayarak onunla birlikte bu oyunu sürdürmüşler.

Kral, topun peşine düşerek, ulaşınca ona şiddetle vurmak üzere at koşturmuş; elindeki sopayı da sıkı sıkıya tutuyormuş. Bu biçimde sopa vurmayı, avucu ve tüm bedeni terden sırılsıklam oluncaya kadar sürdürmüş. Böylece, ilaç avucundan sızarak bütün bedenine yayılmış. Hekim Rüyan ilacın etki sağladığım anlayınca, kralın hemen saraya dönmesini ve hemen hamamda yıkanmasını önerdiği için; kral da hemen dönüp kendisine hamamı hazırlamalarım emretmiş,

Halı sericiler ve köleler, acele koşuşup, halıları serip giysileri ve havluları yerine koyunca, kral hamama girmiş ve hamamın özel bölmesinde giyinip dışarı çıkınca, atına atlayıp sarayına dönmüş ve orada uyumuş. Kral Yunan'ın durumu böyleyken, Hekim Rüyan da evine gidip yatmış. Ertesi sabah uyanınca saraya gitmiş: Kralın huzuruna çıkıp kabulünü dilemiş. Kral onun içeri alınmasını buyurmuş; hekim huzura gelince eğilerek yeri öpmüş ve ağır ağır şu kasideyi okumaya başlamış:

Hitabet, baba olarak seni seçse idi; çiçek açar ve bir daha başkasını seçmezdi. Ey ışık saçan yüzü meşalenin alevini körleten! O parlak yüzün sönmeden ışık saçıp dursun! Zamanın çehresinde çizgiler belirleyinceye kadar. Bulutun tepeleri sanp yağmura dönüştüğü gibi; sen de cömertliğinle kapla benim her yanımı! Yaptıklarınla zaferin tepelerinde yer tut! Bahtın, hiçbir dileğine karşı çıkmadığı sevgilisi Bu kasideyi duyunca, kral ayağa kalkmış ve sevecenlikle hekimin boynuna sarılmış. Sonra onu yanına oturtmuş ve şahane miatlar armağan etmiş.

Gerçekten kral hamamdan çıkınca, bedenine bakmış ve cüzzamdan hiçbir iz kalmadığını görmüş; vücudu sanki saf gümüşe dönmüş. O zaman en mşkun bir sevinçle mutluluk duymuş; göğsünün daralması geçmiş, ferahlamış. Sabahleyin yataktan kalkınca, divana girmiş; tahtına oturmuş. Mabeyinciler ve krallığının ileri gelenleri, sonra da Hekim Rûyan içeri girmişler. İşte bu sırada kral ayağa kalkıp ona yanında yer göstermiş. Bunun üzerine ikisine sofra serip bütün gün yiyecekler: içecekler sunmuşlar. Akşam olunca, kral hekime hilatlar ve diğer armağanlardan gayri iki bin dinar vermiş; sonra da kendi özel bineğiyle evine dönmesine ruhsat tanımış. Hekim ayrıldıktan sonra, onun hekimlik mesleğindeki marifetini hayranlıkla hatırlamaktan kendini alıkoyamamış; ve de "Beni merhem falan sürmeden, bedenimin dışından iyileştirdi; Allah için bilimin yücesine ulaşmış bir hekim! Bu adamın iyiliğini armağanlarla karşılamam ve onu bir nedim ve sevecen bir dost olarak her zaman yanımda tutmam gerekir" demiş. Ve Kral Yunan, bedeninin sağlıklı ve tüm hastalıktan arınmış görerek, bütün sevinciyle mutlu, yatıp uyumuş.

Ertesi sabah kalkıp tahtına oturduğu zaman ulusun ileri gelenleri yöresini sarmış; emirler ve vezirler sağına soluna oturmuş. Hekim Rûyan'ı sormuş; o da gelip önünde yer öpmüş. Onu gören kral, ayağa kalkıp ona yanında yer göstermiş; onunla oturup yemek yemiş; uzun bir ömür dileyerek hilatlar ve daha başka şeyler armağan etmiş. Sonra, gün batıncaya kadar konuşmalarım sürdürmüş ve ona Ödül olarak beş hilat ve bin dinar daha vermiş. İşte hekim, krala hayırlardileyerek evine döndüğü zaman durumu böyleymiş. Sabah olunca kral, saraydan çıkıp divana gelmiş; yöresini yine emirler, vezirler, mabeyinciler sarmış. Vezirlerin içinde berbat görünüşlü, uğursuz yüzlü ve kem gözlü, korkunç, iğrenç biçimde hasis, yüreği hırs, kıskançlık ve kinle taşlaşmış biri varmış. Bu vezir, kralın Hekim Rüyan'ı yanına oturttuğunu ve ona her türlü yakınlık ve cömertlik gösterdiğini görünce kıskanmış ve gizlice onun yok edilmesini kararlaştırmış; atasözünün de belirttiği gibi, "Hırslı önüne gelene saldırır; hırslının yüreğinde zulüm pusu kurar; kuvvetlenince bunu açığa vurur, zayıfken içinde uyutur". Bu vezir, Kral Yunan in yanına yaklaşarak eğilip yeri öpmüş ve "Asrın ve zamamın kralı! Sen ki kullarına cömertliğinle yaşam sağlarsın; yüreğimde korkunç ağırlığı olan bir duygu var; bunu sana açıklamazsam, kendimi gerçekten sadık bir kul değil, bir zina çocuğu gibi hissedeceğim. Bana izin verirsen bunu sana açıklarım" demiş. Vezirin sözlerinden içi kararan kral, ona, "Nedir söyleyeceğin?" diye sormuş; Vezir de,

"Ey azametli kralım, eskiler 'Kim ki, bir işin sonunu ve bunun yaratacağı kötülükleri görmezse, talih denen şeyi kendine dost bilmesin!' demişler. Ben de kralım, senin saltanatım söndürmekten başka bir şey düşünmemekte olan düşmanına ödüller yağdırarak, lütuflarla donatarak, taşıyamayacağı kadar cömertlik göstererek yanılmakta olduğunu görüyorum; ve bu yüzden, kralım için büyük endişeler duyuyorum" demiş. Bu sözleri duyan kral, son derece bunalmış, rengi atmış ve "Lütuflanmla donattığım halde bana düşman olduğunu iddia ettiğin bu kişi kimdir?" diye sormuş. Vezir, "Hekim Rüyan'dan söz ediyorum" demiş. Kral ona, "Sözünü ettiğin kimse benim iyi bir dostumdur; benim için insanların en değerlisidir. Çünkü o bana elimde tutarak cüzzamdan kurtulmamı sağlayan bir şey verdi. Başka hekimler benden umutlarını kesmişlerdi. Bu zamanda Batı'da olduğu gibi Doğu'da da onun gibisi yoktur. Böyleyken nasıl oluyor da sen, onun hakkında bu gibi şeyler söylemeye cüret ediyorsun?

Bense, bugünden başlayarak ona güvenceler vermek ve aylık bin dinar tutarında maaş bağlamak istiyorum. Aslında krallığımın yansını ona bağışlasam, onun için pek fazla bir şey yapmış olmazdım. İnanıyorum ki, sen bunları kıskançlığından söylüyorsun, tıpkı vaktiyle işittiğim Şah Sindbad'ın öyküsünde olduğu gibi" demiş. O anda, Şehrazat, ansızın sabah olduğunu fark etmiş ve anlatısını kesmiş.
 
Katılım
3 Ocak 2022
Mesajlar
16
Tepki puanı
13
Puanları
18
Yaş
113
Konum
Ankara
Cinsiyet
Erkek
Bunu gören Dünyazat, ona "Ablacığım, anlattıkların ne kadar tatlı, kibar, zarif ve saf!" demiş. Şehrazat da, "Eğer şah beni bağışlar da, hayatta kalırsam, ikinize anlatacaklarım yanında bunlar nedir ki?" demiş. Şah, bunu duyunca, kendi kendine, "Vallahi! Gerçekten harika olan öyküsünün sonunu dinlemeden onu öldürmem!" demiş.
Sonra geceyi, sabaha kadar birbirlerine sarılarak birlikte geçirmişler. Sabahleyin şah, divana gitmiş; divan halkla dolunca, gün batasıya kadartayinler, aziller yaparak, yöneterek, askıda kalan işleri bitirerekadalet dağıtmaya başlamış. Sonra divan dağılmış, şah da sarayına dönmüş. Gece yaklaşınca, vezirin kızı Şehrazat ile her zamanki ilişkisini kurmuş.

Beşinci Gece Olunca
Şehrazat anlatmaya başlamış;

İşittim ki, ey bahtı güzel Şahım, Kral Yunan vezin ne, "Ey vezir, hekime karşı kıskançlık duygularına kapılma! Sen, onu öldürmemi, sonra da şahinini öldürdükten sonra pişmanlık duyan Şah Sindbad gibi bundan pişman olmamı istiyorsun!" demiş. Vezir; "Bu nasıl olmuş?"diye sorunca, kral ona şu öyküyü anlatmış:

ŞAH SİNBAD'IN ŞAHİNİ

Bir zamanlar Fars şahlarının içinde eğlenceye, bahçelerde gezmeye ve her türlü ava çok meraklı bir şah varmış. Onun kendi eliyle yetiştirdiği ve gece gündüz terk etmeyip bileğinde tünettiği bir de şahini varmış; ava gittiği zaman onu birlikte götürür; boynuna astığı ufak bir altın tastan su içmesini sağlarmış. Bir gün sarayında otururken, kuşların bakımıyla ilgilenen görevli çıkagelmiş ve ona, "Ey yüzyılların şahı, sanırım ava gitmenin tam zamanı!" demiş. Bunun üzerine şah hazırlıklara başlamış, şahini de eline almış, yola çıkılmış; av ağlarının gerili bulunduğu küçük bir vadiye gelinmiş. Birdenbire ağa bir ceylan düşmüş. Bunu gören şah, "Kim bu ceylanın kendi yanına yaklaştığım görür ve kaçınırsa, onu öldürürüm!" demiş. Sonra ceylanı saran av ağım çekip şaha doğru yaklaştırmaya başlamışlar. Ceylan ön ayaklarını göğsüne yaslayarak, yere dayayıp arka ayakları üzerinde dikilerek, sanki şahın önündeki yeri öpmek ister gibi durmuş.
Bunun üzerine şah, eğilerek, ceylanı ürkütmek için ellerini çırpmış; ceylan da şahın başı üstünden sıçrayarak uzaklara doğru koşmaya başlamış. Şah maiyetine dönüp baktığında birbirlerine göz kırpmakta olduklannı görmüş ve vezirine, "Bu askerlere ne oluyor, böyle göz kırpıp duruyorlar?" diye sormuş; vezir de, "Sizin ceylanı kaçıranı öldüreceğinize dair ettiğiniz yemini hatırlatıyorlar birbirlerine!" yanıtını vermiş.
Şah da, "Doğru! Öyleyse bu ceylanı izleyip yakalamamız gerek!" diyerek ceylanın izi üzerinde at sürmüş; şahin, gaga vurup ceylanın gözlerini oymuş, onu şaşırtmış; şah da topuzuyla vurarak ceylanı yere devirmiş. Sonra attan inip onu boğazlamış ve derisini yüzüp hayvanın terkisine bağlamış. O sırada sıcak bastırmış; bulundukları yer çöllük, kurak ve susuzmuş. Şah da atı da susamışlar. Şah dönüp oracıkta gövdesinden yağ gibi koyu bir su akan bir ağaç görmüş. Elleri deri eldivenlerle kaplı olan şah, şahinin boynundan tası alıp onu bu suyla doldurmuş ve kuşun önüne koymuş; ama kuş pençe vurarak tası devirmiş. Şah tası ikinci kez doldurmuş ve kuşun susamış olduğunu düşündüğünden bir kez daha onun önüne koymuş; ancak şahin ikinci kez pençe vurup tası devirmiş.
Şah kuşa içerlemiş; ama, yine de tası üçüncü kez doldurarak, bu kez ata su vermek istemiş; şahin kanadım çarparak tası tekrar devirmiş. Bunu gören şah," Allah belanı versin uğursuz kuş!" diye haykırmış, "Benim içmemi engelledin; kendini de mahrum ettin, atı da" demiş; kılıcıyla şahine vurup iki kanadım kesmiş. Şahin de başını kaldırmış ve hareketleriyle âdeta, "Bak ağaçta ne var!" demek istemiş. Şah başım kaldırınca ağacın üzerinde bir yılan görmüş; ağaçtan süzülen de onun zehri imiş. Bunu anlayan şah, şahinin kanatlarını kestiğine pişman olmuş. Sonra kalkıp atına binmiş; birlikte ceylanı alıp götürmüş ve sarayına ulaşmış. Ceylanı aşçının önüne atmış, ve "Al şunu pişir'" demiş. Sonra da kolunun üzerinde şahinle tahtına oturmuş; ancak pek az zaman sonra şahin bir kez hıçkırdıktan sonra ölmüş. Bunu gören şah, hayatım kurtaran şahini öldürmüş bulunduğundan dolayı acı duyarak matem çığlıkları koparmış. Şah Sindbad'ın öyküsü işte budur.

Vezir, Kral Yunan'ın anlattığı öyküyü işitince, ona, "Ey azametli kralım" demiş; "Kötü sonuçlarım görebileceğin ne gibi fenalık yaptım bugüne kadar? Sana karşı duyduğum saygıdan ve sevgiden dolayı bunu söylüyorum. Söylediklerimin gerçek olduğunu sonra anlarsın. Beni dinlersen kurtulursun. Yoksa şahlardan bir şahın oğlunu aldatan hilekâr vezir gibi ölürsün!" demiş.
 
Üst Alt