Aşk Üzerine Alegorik Bir Arayış - Reconstruction

De-Niro

Bronz Üye
Katılım
25 Nis 2023
Mesajlar
731
Tepki puanı
390
Puanları
63
Konum
Bâbil
Cinsiyet
Erkek
re.jpg

Eski bir Trakya efsanesi olan Orpheus ve Eurydice mitinden ilham alır Reconstruction. Sevgilisi Orpheus’un arkadaşının kendisine olan meylinden kaçan Eurydice, kaçarken yolda bir yılan tarafından ısırılır ve oracıkta can verir. Sevgilisinin ölümünden ızdırap duyan Orpheus, ölüler diyarına gider ve ölüler ülkesinin tanrısı Hades’ten sevgilisini dünyaya göndermesini ister. Hades bu teklifi kabul eder fakat Eurydice dünyaya adımını atana kadar asla arkasına bakmaması şartıyla. Dünyaya adımını atan Orpheus aşkının verdiği sabırsızlıkla birden geriye döner ve Eurydice’i sonsuza kadar kaybedip ölüler ülkesinde azapla cezalandırılır.

Oysa Orpheus sabırsızlığına yenik düşmese garanti bir yolu tercih edecek ve sonsuza dek avucunun içinde hapsedecekti Eurydice’i. Fakat O; gizemli olanı, gizil olanı, komplike olanı seçerek bir nevi spontanenin çarkına bıraktı kendini. Benzeşen bir geriye dönme kıssasının kahramanı olan Hz.Lut’un karısı ile Orpheus’un ayrıldığı yer ise nicelikten ziyade nitelikte yatıyor. Biri aşkta imansız, beriki aşkta sadakatsiz.

insanın bir yanı nedense hep eksik
ve o eksiği tamamlayayım derken,
var olan aşınıyor zamanla.

Metin Altıok

İnsanın içindeki merak duygusunun nelere yol açabileceğini ve Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabileceğini en keskin şekilde yansıtan imgelerden biridir esasında Orpheus. İnsanoğlu, elinde olan ile yetinmenin sonsuz kıvancını statik bir hapsoluş olarak gördüğünden ötürü, dinamik olan bela’ya meylediyor. Yeni ülkeler görmek, yeni yüzler keşfetmek için o dingin limanı terk eden insan, amansız yenilişlerden geriye döndüğünde limanı da bulamıyor. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü bir kez kesin hakikati terk edip muammaya ve müpheme yönelince insan, fıtrat perdesi açılıyor ve müteakiben pencereden içeri toz duman girmemesi imkansız hale geliyor. Yeniye olan tutkusunu eskiye olan şüpheye dönüştürdüğünde, eskinin ahını almasından ötürü yeniyle cima kuramadığı gibi, eskiye olan sadakatsizliğinin bedelini de yeniyi kaybedişiyle ödüyor. İsa’ya yaranmayanın Musa’ya da yaranamayacağını keşfediyor gazabın ertesinde.

Garanti ve olası arasında bocalama. Filmimizin Orpheus ve Eurydice efsanesinden nemalanan ana metni tam olarak bu. Bununla beraber; erkekler, kadınlar ve aşka dair söylemleriyle de epey zengin bir dil barındırıyor.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.
Metin Altıok

Metin Altıok’un bu dizesiyle, filmde geçen “bir an tereddüt etse, aşk yok olacaktı” repliği arasında sıkı bir bağ var. Çünkü aşk eğer şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz bir teslim bayrağı çekmekse, teslim olanın teslim olunanda gördüğü karıncasız bir görüntü dünyası vardır. Ve kendini o görüntüde sonsuz kere çoğaltsa da, sonsuz kere azaltsa da ekrandan bir saniyeliğine dahi çıkmaz. Çünkü bilir ki; ekrandan tek zerresini çıkardığı an, çıkardığı zerrenin yerini bir karınca alacak ve o karınca büyüye büyüye kalan görüntüyü de yok edip hepten kararacaktır ve bir kez geriye dönmek, sonsuz bir aşkı ıskalayıp sonsuz bir buhranla gazaplanmaya yol açacaktır. Ayna kirlendiğinde suret de kirlenecektir, sahib-i suret de.

Ezcümle; içine mutlak bir teslimiyet girmemiş her aşk, sadakatini kaybetmeye mahkumdur. Vahdetin bozulup bir sayı daha eklenerek ikiye dönüşmesi bile kesretin tevhidi yutmasına engel olamaz. Bu bozma eylemi ister mestur olsun, ister meşhur olsun fark etmez. Çünkü Allah’ın ve batıni gerçeğin gözünden kaçmayacak derecede hakikatin göz hapsindedir insan. Filmin ana karakteri olan Alex’in, Aimee ve Simone arasındaki gelgitlerinin ikisinin de farkında olmaksızın kendisine ‘elde var sıfır’ olarak dönüşü, bu katı gerçeğin alamet-i farikasıdır. İnsanların gizlendiği yerde dahi kendisini izleyen bir kendine bağlı hakikati, bir de kendinden bağımsız hakikati vardır. İki taraftan da çapraz ateşe alınır insan. Yeter ki kalabalıkta takınılan yalancı pozlar yere düşüp yalnızlığa düşülsün. Yalnızlık işte tam da bu yüzden yalınlaşmaktır. Tüm çamurların, tüm süslerin, tüm eklemelerin ve fazlalıkların ayrışıp saf varlığın şehadetine varmak. Acı ve soylu bir fark ediş, kaçamayış.

Filmde, “sen benim hayalimsen, ben de senin hayalinim” gibi okkalı ifadeler de görüyoruz. Tabi bunlar ucuz romantik ve kuru sentimental ifadeler olarak işportacı kurnazlığıyla pazara sürülmüyor. Filmin kurgusu, rüya ile gerçeğin sentez anlatısı ve kahramanların lirik duruşu yapaylık suçlamasını çekip alıyor bizden. Ve kahramanların gülüşünden anlatımlarına kadar filmin tüm öğeleri berrak ve flu bir samimi muhtevaya bürünüyor. Peki nasıl bir hayal ki bu; muhatabını hayal ettiği vakit muhatabınca da hayal edilmeyi garanti görüyor? Biraz tasavvufi çıkarımlar yapılması absürd kaçmaz burada. İnsan yürüdüğü yolda iman ve istikrar ile attığında adımları, varlık koşusunun başlangıcının diğer tarafından kendisine yürüyen biri olacaktır muhakkak. Kuran-ı Kerim’de Nur Suresi’nin 29ncu ayetinde geçen “el habîsâtu lil habîsîne vel habîsûne lil habîsât vet tayyibâtu lit tayyibîne vet tayyibûne lit tayyibât (kötü kadınlar, kötü erkekler içindir. kötü erkekler, kötü kadınlar içindir. temiz kadınlar, temiz erkekler içindir. temiz erkekler, temiz kadınlar içindir)” lafzı tam da buna işarettir. Yolun ne kadar berrak olduğunun değil, yolda yürüyen yolcunun yürüyüşünün ve dolayısıyla yolculuğun berrak olmasıdır önemli olan. Gerçek, rüya, hayal, serap gibi kavramlar bu kökün dallarıdır sadece. Kök bu olduktan sonra hangi dal olursa olsun, orada büyüyen elma yiyeni Cennet’e götürecektir. “sen benim hayalimsen, ben de senin hayalinim” sözünü kuantum fiziğindeki kelebek etkisiyle anlatmak hakikati ıskalamak olur. Çünkü kelebek etkisinde bir taraf etken, diğer taraf edilgendir. Oysa burada iki taraflı bir kanat çırpış ve müşterek bir kanatlanış söz konusudur.

Ayrıca filmde erkekler ve kadınların aşk algısı üzerine çarpıcı ve bence biraz da cesur bir tespit vardır. Filmdeki naif diyaloglardan birinde görüyoruz bunu:

X: inanıyorum ki aşk, temel olarak iki cinsiyete de tek tek farklı şeyler ifade ediyor. kadın için aşk gerekliliktir. onsuz yaşanmaz. kadın için aşk, hayatın bilinçli bir seçimidir. o, aşık olmayı seçer.
Y: demek ki aşk bir seçenek olabiliyor?
X: evet, bu doğru değil mi? sevişmek bu seçeneği ortadan kaldırmaz. diğer yandan biz erkekler herşeyin birden gerçekleşmesini isteriz. hiç programlamadan. çünkü biz aşktan utanırız. o bir engeldir.

Aşk, programlanabilir yada tasarlanabilir bir ideolojik saha mıdır gerçekten? Yoksa ansızın ve tasarlamaksızın içine düşülen bir dipsiz kuyu mu? Frithjof Schuon’un Yansımalar kitabında geçen bir ifadeyle değerlendirelim bunu: “güzel, sevdiğimiz ve de sevmemiz sebebiyle sevdiğimiz olan değil, nesnel değeriyle bizi kendisini sevmeye mecbur kılandır.” Bu sözden yola çıktığımızda aşkın güzelliğinin yada hakikatinin, aşka düşen tarafından tasarlanıp kurgulanmasında saklı olmadığı; aksine aşka düşülenin yalın güzelliğinden ötürü kendisini keşfedenin aşka düşme zaruretinde vücut bulduğunu düşünebiliriz. Aşk Üzerine Alegorik Bir Arayış: Reconstruction!Filmdeki diyaloğa dönecek olursak; kadının aşkı seçilebilen bir olgu olarak görmesi; kadının aşka olan susuzluğunun değil, kendisini aşkın hem öznesi hem de nesnesi kılma tahayyülünün belirtisidir. Oysa erkek için durum biraz daha farklıdır. Erkek başlangıçta kendisini özne olarak gösterir. Seven, aşık olan bir divane teatreli sergiler sahnede. Fakat bu serüven, kadının erkeğin nesnesi olmaktan çıkıp öznesi oluncaya kadardır. Çünkü kadın sevilen bir nesne iken aynı zamanda özneleşip seven tarafına geçtiği ve erkeğe aşık olduğu zaman, erkeğin ataleti ve keyfi tutarsızlığı başlar. Kadının hem özne hem nesne olması, yani hem seven hem sevilen olması, erkeğin seven özneliğini hasıraltı edip sevilen nesneliğini rafa koymasına yol açar Erkeğin mantıki ve hoyrat yapısının tezahürüdür bu. Kadın ise nesneliğinde güçlü, özneliğinde güçsüz bir hal alır. Çünkü kadın için aşk; zaruri bir tecrübe sahasıdır. Erkek içinse zaruri olmayan tali bir meşk bahçesi.

Filmdeki kurgular, hayal ve gerçek arasındaki gerçeklerde seyrederken Atilla İlhan’ın ‘ne kadınlar sevdim, zaten hiç yoktular’ dizesi akla geliyor. Fakat yok olan kadınlar mıdır yoksa kadınların varlığını yani bu adayı keşiften sonra orayı tanzim ve imar etmeyip talan etmeyi, yakıp yıkmayı, bir başına bırakmayı seçen erkekler midir? Ucu açık gibi görülen ama sorunun içinde bile cevabı aksettiren bir husus.

Filmin yönetmeni Christoffer Boe’nin filmle ilgili bir röportajında “aşk bir yanılsamaysa, gerçekliği kim ne yapsın!” ifadesi de hayli çarpıcı. Fakat bu ifade yönetmenin biraz sorunlu bakış açısını ortaya koyuyor. Yukarıda bahsettiğimiz diyalogda geçen seçme eylemiyle birebir bağlantılı bir mecra. Aşkın yanılsama olduğu gerçeği, planlan bir gerçeğin izdüşümünde hayal kırıklığına uğrayan bireylerin hikayesinin dışavurumu. Oysa aşkın, içine ansızın ve düşünmeksizin düşülen bir kuyu olması, daha doğrusu o kuyuya düşüldükten sonra düşünülerek güçlendirilip var kılınmasıdır esas olan. Önce keşif, sonra istikrar. Önce temaşa, sonra tanzim. Şifa, yaralananadır.

Filmi güçlü kılan önemli bir unsur da; filme yedirilmiş o müthiş beste. Samuel Barber’in Adagio For Strings adlı harikası, filmin melankolik havasını daha da zenginleştiriyor. Görüntülerin ve kamera açılarının farklılığıyla sentezlendiğinde ortaya Reconstruction gibi bir başyapıt çıkıyor. Kuzey Avrupa donukluğunu can alıcı bir kurgu ve alegorik anlatımla zevk-ü sefaya çeviren müthiş bir Danimarka filmi.

Enfes bir sigara içme sahnesi barındırdığını da belirtelim. Macaristan’ın Tarkovsky’si olarak kabul edilen Bela Tarr’ın Karhozat filmindeki assolistin sigara sahnesinden sonra gördüğüm en güzel sigara seansı.

Velhasıl-ı kelam; kırmak kolaydır fakat toparlamak zordur. Filmin adının Reconstruction olarak seçilmesi de bu anlamda manidardır.
 
Üst Alt