- Katılım
- 17 Tem 2023
- Mesajlar
- 15,018
- Çözümler
- 1
- Tepki puanı
- 4,309
- Puanları
- 113
- Konum
- ab inferno
- Cinsiyet
- Kadın
1800’lerde Ölümden Sonra Çekilen Fotoğrafların Ardındaki Hikâye
Bugün elimizde tuttuğumuz bu eski fotoğrafa baktığımızda, bize tuhaf gelebilir. . Tabutta yatan bir çocuk ve elini tutan diğer çocuk... Biri hayatta, diğeri çoktan vefat etmiş. Ama o günlerde bu kare, kimsenin garipsemediği bir veda anısıydı.
1800’lü yıllarda, özellikle Avrupa ve Amerika’da, ölüm sonrası fotoğrafçılık adı verilen bu uygulama oldukça yaygındı. Fotoğrafın henüz yeni icat edildiği, ama hâlâ çok pahalı olduğu bir dönemdi bu. Çoğu insan hayattayken bir portre çektirmeye ne zaman ne de para bulabiliyordu. İşte bu yüzden, ölüm, bir kişinin ilk ve son fotoğrafının çekildiği an olabiliyordu. Bu kare, geride kalanlar için hem bir anı hem de bir teselliydi.
Bu gelenek özellikle çocuklar için yaygındı, çünkü o yıllarda çocukların yaşama şansı, bugünkü kadar yüksek değildi. Sıtma, zatürre, kızamık gibi hastalıklar tedavisizdi. Aileler, belki de hiç fotoğrafını çekemedikleri çocuklarının yüzünü sonsuzlaştırmak, hatırasını ellerinde tutmak istiyordu. Bu bir nevi “gidenin yüzü unutulmasın” çabasıydı.
Fotoğraflar genellikle evde çekilirdi. Ölen kişi tabutta ya da yatağında pozlandırılırdı. Bazen, çocuklar “uyuyormuş gibi” gösterilir, eline oyuncak ya da çiçek verilirdi. Bazı durumlarda ise ölen kişi ayakta gibi gösterilir, arkadan desteklenirdi. Fotoğrafçılar, hatta göz kapaklarına göz resmi çizer, ölüye canlıymış gibi bir ifade kazandırmaya çalışırlardı. Bu, bugünkü gözle bakınca ürkütücü gelse de o günlerin insanı için oldukça doğal ve huzur verici bir yöntemdi.
Yas tutmanın biçimi de, ölümle baş etmenin yolları da kültürden kültüre değişir. . Bazı aileler bu fotoğrafları evlerinde sergilerdi, tıpkı yaşayan birinin fotoğrafını asar gibi.
Zamanla bu gelenek ortadan kalktı. Fotoğraf makineleri ucuzladı, hastalıklar tedavi edildi, çocuk ölümleri azaldı. Ama belki de en önemlisi, modern insanın ölümle olan ilişkisi değişti. Ölüm, artık konuşulmayan, göz önünde tutulmayan, “gizlenen” bir olguya dönüştü. Bu yüzden de, o dönemden kalan bu kareler, bize sadece bir insanın yüzünü değil, geçmişin ölümle olan samimi bağını da gösteriyor.
Bugün, bu tür bir fotoğraf çekmek kimine göre korkunç, kimine göre saygısız görünebilir. Ama o günlerde bu kareler, acıdan doğan son bir yakınlıktı. Gidenin elini tutmak, yüzüne bakmak, bir karede onunla kalmak… Zamana karşı durmanın, sevdiklerini hiç unutmayacağının bir kanıtıydı.

Bugün elimizde tuttuğumuz bu eski fotoğrafa baktığımızda, bize tuhaf gelebilir. . Tabutta yatan bir çocuk ve elini tutan diğer çocuk... Biri hayatta, diğeri çoktan vefat etmiş. Ama o günlerde bu kare, kimsenin garipsemediği bir veda anısıydı.
1800’lü yıllarda, özellikle Avrupa ve Amerika’da, ölüm sonrası fotoğrafçılık adı verilen bu uygulama oldukça yaygındı. Fotoğrafın henüz yeni icat edildiği, ama hâlâ çok pahalı olduğu bir dönemdi bu. Çoğu insan hayattayken bir portre çektirmeye ne zaman ne de para bulabiliyordu. İşte bu yüzden, ölüm, bir kişinin ilk ve son fotoğrafının çekildiği an olabiliyordu. Bu kare, geride kalanlar için hem bir anı hem de bir teselliydi.
Bu gelenek özellikle çocuklar için yaygındı, çünkü o yıllarda çocukların yaşama şansı, bugünkü kadar yüksek değildi. Sıtma, zatürre, kızamık gibi hastalıklar tedavisizdi. Aileler, belki de hiç fotoğrafını çekemedikleri çocuklarının yüzünü sonsuzlaştırmak, hatırasını ellerinde tutmak istiyordu. Bu bir nevi “gidenin yüzü unutulmasın” çabasıydı.
Fotoğraflar genellikle evde çekilirdi. Ölen kişi tabutta ya da yatağında pozlandırılırdı. Bazen, çocuklar “uyuyormuş gibi” gösterilir, eline oyuncak ya da çiçek verilirdi. Bazı durumlarda ise ölen kişi ayakta gibi gösterilir, arkadan desteklenirdi. Fotoğrafçılar, hatta göz kapaklarına göz resmi çizer, ölüye canlıymış gibi bir ifade kazandırmaya çalışırlardı. Bu, bugünkü gözle bakınca ürkütücü gelse de o günlerin insanı için oldukça doğal ve huzur verici bir yöntemdi.
Yas tutmanın biçimi de, ölümle baş etmenin yolları da kültürden kültüre değişir. . Bazı aileler bu fotoğrafları evlerinde sergilerdi, tıpkı yaşayan birinin fotoğrafını asar gibi.
Zamanla bu gelenek ortadan kalktı. Fotoğraf makineleri ucuzladı, hastalıklar tedavi edildi, çocuk ölümleri azaldı. Ama belki de en önemlisi, modern insanın ölümle olan ilişkisi değişti. Ölüm, artık konuşulmayan, göz önünde tutulmayan, “gizlenen” bir olguya dönüştü. Bu yüzden de, o dönemden kalan bu kareler, bize sadece bir insanın yüzünü değil, geçmişin ölümle olan samimi bağını da gösteriyor.
Bugün, bu tür bir fotoğraf çekmek kimine göre korkunç, kimine göre saygısız görünebilir. Ama o günlerde bu kareler, acıdan doğan son bir yakınlıktı. Gidenin elini tutmak, yüzüne bakmak, bir karede onunla kalmak… Zamana karşı durmanın, sevdiklerini hiç unutmayacağının bir kanıtıydı.
